Beni yazmaya iten birtakım söz öbekleri hep uyku saatine ramak kala aklımın köşetaşlarına yaslanıp, oradan sırıtarak mızıkçı bir çocuk gibi uykumu kaçırıp kendince eğlenerek yorgun bedenimi umursamadan alıkoyuyor beni rüyalarımdan…
Murathan Mungan, henüz kararını veremediği konulara dair, “üzerinden bir rüya zamanı geçsin de bakarız…” diye cevap verirmiş. Uykuda geçen süreye ne güzel ve şairane sözler bulmuş değil mi?
Bu rüya zamanına beş kala, bu gece hayatlarımızın daha doğrusu bizler henüz bu hayata gelmeden önce bile bir şeylerin hep bir süre içinde demlendiği, demini aldıktan sonra şekle kavuştuğu, bu şeklin getirdiği sonuçları yaşayarak ya herro ya merro dediği noktaları birleştirerek yaşamsal süreci tamamladığı üzerine düşüncelere eriştim.
Yazının başlığı “Bir Süre Sonra” bu yazının üç kelimelik koca bir özeti gibi. Tabi yazı açıldıkça kelimeler haliyle oturacak yerine.
Anne – Babalarımız bizleri bu hayata getirmeden evvel bir süreç başlatırlar. Bu süre zarfında ya baba ilk adımı atar ya da anne, eğer gerçekten de isteklilerse bir yuva kurup evlenmeye… Tüm şartları olası bir evlilik üzerine kurguladığımızı farz edersek, bir süre sonra ilişki demlenmeye başlar ve evlilik süreci başlar. Her şeyin kendini ispat edebilmesi, gerçekliğini ortaya koyması ve akla karanın ortaya çıkması için bu hayatta hep bir süre sonrası vardır. Süre, başlangıç ve bitiştir, sonrası ise o sürenin doğurduğu sonuçlarla yaşamın devam edegeldiği ve demlenen hayatın tadına varılan noktadır. Bu tat kimi zaman acı, kimi zaman tatlı olabilir. Ben, bu hayata anne-babam evlendikten beş yıl iki ay sonrasında dünyaya geldim. Demek ki, o beş yıl iki aylık süre sonunda sperm ordusunun içinden bir kral sperm tam demine kavuşmuş olsa gerek, diğerlerini giriştikleri hınçla hınç dolu bir yarışta geride bırakıp, yumurtayı delerek rahme yerleşmeye kararını vermiş. Hayatımın ilk demlenmesi bu kral spermin rahim de bacaklarını üst üste atıp, orada dokuz ay on gün gibi bir süre ile kâh acıkıp, kâh uyuyarak, kâh tekmeleyip, kâh yüzerek bir dönüşüm zincirini tam takır uzuvlara sahip bir cenin olana değin sürdürmesi ve tam demini yakaladığı noktada bulunduğu yerden huzursuzca çıkıp, ağlanıp dövünmesiyle yaşandı diyebilirim.
Bir süre şeklen çembere benzettiğim anne karnındaki mekanda geçmiş, sonrasında ise yine şeklen çembere benzeyen ama daha devasa büyüklükte olan dünyaya gelişim ‘bir süre sonra’ hikayesinin giriş kısmını ilk başlatan cümleler oluyor haliyle.
Buraya oturup otobiyografik bir hikaye yazılmalı mı? Bence bu yazının başlığı bunu hak ediyor fakat ben de o güç var mı? Buna pek emin değilim. Otuz iki yıla aşkın süredir devam eden bir hikayenin süreleriyle, bu sürelerin demlenip sonralara evrilmesinin çeteresini tutmak haliyle usta bir yazar için belki daha kolay olabilir ama ben ki yazı dünyasında bir çömezken böyle bir işe kalkışamamanın dayanılmaz hafifliğini yaşadığım günlerdeyim. Bu hafifliğin avantajlarını fırsat bilip kısa kesenlerdenim.
Dünyaya indiğimiz ilk durakta çaresiz, kendini ifade edemeyen, bakıma muhtaç, birinin kollarına, gövdesine ihtiyaç duyduğumuz, yalnız başına yaşamanın mümkün olamayacağı bir haldeyizdir. Vicdansız bir anne değilse, ilk bakımımızdan, genelde o sorumludur. O yüzden büyüdüğünde, bir süre sonra zalim imparator ünvanına ulaşmış biri bile hepimiz gibi ilk durağında o anne memesine muhtaç biridir. O ilk durak kendi içinde bir süreye tabidir. Yani bir süreye kadar beslenmek için anne sütüne ihtiyacı vardır ve sonrasında süt kesilir, bebek demini alma evresinin yabancılığını henüz üzerinden atamamıştır, garipsediği bir dünyaya halen ayak uyduramadan bir boşlukta yüzer gibi adeta kendi hiçliğinde boğuşarak kendince bir bilinç oluşturur. Çevresinde gördükleriyle, yakınlarını taklit etmesiyle, eşyalara dokunup anlam yüklemesiyle dünyayı tanımaya başlamıştır. Duyguların ve düşüncelerin arka planda gelişerek, biyolojiye etki edilmeye başlandığı dönemler başlamıştır. Öğrenmenin başladığı fakat farkındalığın henüz gelişmediği bu toy dönemde şekil almak için fizyolojik tepkimeler gün yüzüne çıkar, gözler ve saçlar renklenir, el ve ayak çizgileri belirginleşir, serbestçe hareket edebilmenin ilk tepkileri görünmeye başlar. Tanımanın ve anlam yüklemenin geçirildiği bir süredir bu insan adına. Sonrasında benzemek kalır geriye. Yanındakine benzemenin, onu görerek kendine bir şekil vermenin ve ham bir haldeyken, …gibi olmanın dışında başka seçeneği yokmuşçasına hareket edilir.
Büyümek, insan için bir süredir ve sonrasında küçülmeye doğru giden bir zaman ile yarışır dururuz…
Bebeklik sürelerimizi yanıbaşımızdakiler gibi davranarak geçiririz. İlla onlar gibi olmayacağımızı anlayabileceğimiz yaşlar değildir o çağlar. Bunun için de bir süre vardır fakat o sürenin de yaşanacağı bir vakti, bir zamanı vardır. Adım adım ilerlediğimiz bu hayatta hiçbir şey anlamsız değildir. Her şey sonu mutlak bir anlama çıkar. Birbiriyle kıyaslanamayacak kadar her biri kendi içinde özel ve biricik olan anlamlardır bunlar. Anlam, yaşanılan sürenin sonrasında kişinin yaptıklarıyla bir ifadeye ulaşır sonunda.
Çocukluk dönemi bir ifade biçiminin geliştiği süredir. Anlayarak öğrenilmiş şeylerin ifade edildiği bu çağda hayata küçük adımlarla başlamışızdır. Birer minyatür bireyler olarak çevreyi görüp onlara bir ifade kondurmanın telaşını yaşadığımız bu süre, kendi içinde demlenerek ‘sonrası’ için bir tav bırakır. O tav, gün gelip çocuk büyüdüğünde ve bir genç kalıbına büründüğünde tavır’a dönüşür. Artık ifade edişler, anlam yüklenerek tavır’a evrilmiş ve genç, ehliyetli bir birey olmuştur. Gençlik döneminde insan, tavır alarak bir karakter belirler kendine ve kendine yakışsın veya yakışmasın, farkında olsun veya olmasın o karakter üzerine yapışır. Bir süre tavırlarıyla süslediği karakteri topluma karşı sorumluluklarla çepeçevre sarılır. Kimimiz bu topluma (toplumun gözünde) yaraşır bir birey oluruz, kimimiz birey olmanın mutluluğunu kalabalıklara yem etmeden içe dönük mutluluklar yaşarız. Her bireyin kendi içinde ait olduğu benzersiz karakterler artık duygu ve düşüncelerin de desteğiyle şekil almaya başlar.
Gidilen yola anlam yüklemek yerine, anlamlı bir yolda yürüdüğünün farkına varanlar bu sürenin sonrasındaki noktaya daha çabuk varırlar.
Fakat öte yandan, bunun ayrımını fark edemeyenler için durum maalesef böyle değildir. Her seferinde yola anlam yüklemeye çalışanların fark edemediği bir geç kalınmışlık hali de böylesi bir süreyi takip eder durur.
Bu noktada Alfred Adler’in İnsan Tabiatını Anlama isimli kitabı bizlere klavuzluk edebilir. Psikanaliz özelinde yazılıp, özellikle çocukluk döneminin üzerine sıklıkla ışık tutan bir kitap olması da ayrıca yolunu kaybetmiş yetişkin bireyleri kendi doğru yollarına ulaşabilmeleri için okundukça öğreten bir kitaptır.
Süresi bir noktaya kadar durmadan ilerleyen biz insanların ömürleri “doldur-boşalt” ekseninde hareket eden otobüsler gibi de düşünülebilir. Otobüsü yaşanan hayatımızın bir metaforu ve yolcuları da hayatımıza girip çıkan insanlara, çalıştığımız işlere, gezdiğimiz yerlere benzetirsek eğer bir süre hayatımızda, sonrası için bizi üzse de, sevindirse de, geriye hatırlanacak hüzünlü bir anı bırakmış veya mutlu hatıralara eşlik etmiş olsalar da yol bir süreye kadar devam edecektir. Bu süre zarfında otobüste yer alan diğer metaforların sayesinde onlardan beslenir, insani özelliklerimizi onlarla birlikte şekillendirip bir dem bırakırız geriye.
Çay severler bilirler ki, demi tam alınmamış çayın tadı bayat, demi fazlaca alınmış çayın tadı ise dilde acı tat bırakan bir yavanlık bırakır. Bu nedenle tavşan kanı dediğimiz tabiriyle tam ayarında ve içtikçe insanın içesi geldiği çaylar gibi ömürler yaşamak için bu tesadüf otobüsünde (yani hayatta) karşımıza çıkan insanlara, işlere veya fırsatlara hep dengeli yaklaşarak, bir süre sonrası için de dengeyi koruyarak tavır almak gençlikten sonra yaşanan ömür için bir rehber olmalıdır.
Çocukluk dönemlerimiz, karakterlerimizin kafa kağıdı (kimlik) gibidir. Kafamızın şekillenmeye başladığı ilk dönemler sonrasında yaşayacağımız gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerimizin karakteristik özelliklerini bir iskelet gibi de düşünülebiliriz. Bu iskeletin üzerini günden güne şekillendirecek olan karakter, kişinin seçimleri sonucunda zayıf veya güçlü, duygusal veya mantıksal, asabi veya uysal, iyi veya kötü gibi sıfatları da taşımış oluyor. Bunlar gibi buraya yazamayacağım yüzlerce sahip olunabilecek sıfatlardan insani anlamda yaşanınca mutluluk getirecek olanları belirlemek için çocukken aile bireylerimizi farkında olmadan taklit ettiğimiz gibi, gençlik ve yetişkinlik dönemlerimizde de taklit yeteneğimizi konuşturabilmeliyiz ama tek bir farkla; farkında olarak.
Bu nedenle bir birey olarak taklit etme içgüdümüzü ömrümüz ilerledikçe törpülemek yerine, model olarak kendimiz için belirlediğimiz sıfatlara uygun kişileri taklit edebilmeliyiz. Yaşantımıza örnek alacağımız kişileri taklit ederek, içimizde var olan yetenekleri açığa çıkarır, belki de çok sonrasında farkında olmadan bu taklit sayesinde daha farklı yeni özelliklerimizi de keşfetmiş oluruz.
Cinema Paradiso yukarıda sözünü ettiğim konuya münhasır muhteşem bir sinemetografi ile tam olarak neyi anlatmaya çalıştığımın bir kanıtı gibi. İzleyenler bilirler ki, çocukluktan sahip olunan bir tutku hayatın odak noktası haline geldiğinde, her ne kadar engebeli olsa da hayatın yolları başarının önüne geçemez. Örnek kişi yerine, örnek bir iş, örnek bir hobi, örnek bir stil, örnek bir yaşam tarzı da yaşamlarımızda taklit edilebilir. Bu filmde ise Salvatore henüz çok küçük bir çocuktur ve taklit edebileceği bir babası yoktur maalesef. Bunun üzerine o da hayallerini ve merakını törpüleyen sinema makinisti Alfredo’yu taklit etmeye ihtiyaç duyar. Film elbette bu kadar sığ değildir, içinde acı tatlı hayatın tüm yönlerini de barındırır ama burada kısa kesmeliyim.
Diyeceğim şu ki, hayatlarımızın başka alternatifleri yok. O nedenle merak ettiğimiz, hayalini kurduğumuz şeyleri başarmış insanları taklit edelim. Taklit ederek bir gün ya onlar gibi, ya da onlardan daha iyi olabiliriz. Bu ikiside olmadı diyelim en azından hayal ve merak ettiğimiz bir hayat yaşayabildik deriz ömrümüzün sonunda.