Ne Trajedi Ama!

Her yanımız bambaşka yıkıntılarla dolu. Bambaşka kaoslar, karmaşalar, duygusal-düşünsel-ruhsal sarsıntıların kalıntıları, virane(terk edilmiş) soluksuz, ışıktan-yaşamdan-huzur ve sevgiden mahrum gözlerin yansımaları arasında birbirimize çarpa çarpa, yaralanıp debelenerek yürüyoruz her birimiz bu hayatı… adımlarımız temkinli, adımlarımız korkak ve ürkek… kime nasıl dokunacağımızı kestiremiyor, kiminle neyi konuşup, ne yaşayacağımıza emin olamıyoruz. Herkes kendi psikolojik çöplüğünün içinde kokuşmaya yüz tutarcasına yaşamaya mahkum etmiş kendini. Bir dokunsan bin âh işiteceğin bedenlerle dolu bir dünya! Ne trajedi ama! Izdırap içinde can çekişen bir ruhu, iyi görünmeye çalışan bir bedenin içine hapsedip yaşadığını zannetmek… ne büyük bir yanılgı.

Yanılmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayanların arasında nefes alabilmenin dayanılmaz zorluğunu hiç tattınız mı siz? Görünüşünü mükemmele yakın tutmaya çalışan, içsel karanlığını yapay düşünce ve duygularla ört bas etmeye çalıştıkça bu hayatı böyle yaşanması gerektiğini idrak etmiş güçsüz ruhlarla bir arada olmanın acıklı hikayesi oldu mu hiç hayatınızda! Berbat bir öykü bu! Neresinden tutarsan tut, elinde kalan, elinde kalanla ne yapacağını bilemediğin bir şey bu! Etrafımız her biri derin bir kuyunun içine hapsedilmiş ruhlara sahip insanlarla dolu. İnsan olmanın gerekliliğini çoktan unutmuş, insan insana nasıl gelir, gelmeli, nasıl gider, gitmeli… bunlardan bihaber… çöküşteki ruhsal bunalımlarla ördükleri görünmez perdelerin arkasından dikizliyorlar hayatı. Gözler, o aciz ruhların aynaları olan gözler… her şeyi anlatıyor aslında. Sır gibi sakladıkları, kendilerine bile kimi zaman itiraf edemedikleri o vaziyetlerini, aciziyetlerini o gözler anlatıyor aslında. İnsanlar, ruhlarının içlerini kemirdiklerini fark etmeden yaşamaya devam ediyorlar! İnsanlar ruhlarının güzele, iyiye, bir damla olan bu yaşama karşı gülmeyi beceremiyorlar! Para, Aşk, Statü, Aile, Arkadaş gibi kelepçelerle kendilerini bile-isteye mahkum ediyorlar ve yaşamın hükümdarı olacaklarına; yaşamın mahkumu olmayı tercih ediyorlar. İnsan, kolay olanı seçmeye meyilli bir varlık! Akışta olan bu hayata karşı kendini kontrol ederek yürümek kadar lezzetli bir şey yoktur bu hayatta. Herkes bir maske diye bildikleri ama aslında bir çöp bezinden ibaret olan sahte yüzlerin altında gerçekliklerini ispat etmeye çalışarak yaşıyorlar. Gülüyorlar, fikirlerini paylaşıyorlar, anladıklarını söylüyorlar… oysa odaklandıkları tek şey kendileri. Hep kendileri olsun, kendileri anlatsın, kendileri anlatılsın, kendileri yaşasın istiyorlar. Zavallı insanlar! Zavallı insanlar! Zavallı insanlar! İçlerindeki ilahi, manevi, kudretli, mukaddes güçleri basitleştirip, bunları bir tarafa itip unutarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Üstelik bunların yerine tutundukları şey ise bencillik, iki yüzlülük ve maddi çıkarlar! Hep böyle oldu, olacak… bu dünya iflah olmaz insanların varlığıyla dolu ama unutmayalım ki bu dünya insanlardan daha devasa sularla, dağlarla, toprakla, havayla dolu da bir yer… unutmayalım ki bu dünya, milyonlarca yıldızın yer aldığı bir sistemin parçası… unutmayalım ki biz insanlar, bu evrendeki en küçük yıldızın yanında bile esamesi okunmayacak kadar küçük ve bir yanılgıdan ibaretiz. Büyüklenme, öfkelenme, yükselme, kendini hükmedecek bir konumda tutmaya meyilli yanımız… kendi aciz ruhuna bile hükmedemeyen çöplük ruhlara sahip insanoğlu aklı sıra dünyaya, evrene kafa tutmaya çalışıyor! Kırmızı topal karınca’nın fillere kafa tutması kadar komik, masalsı ve trajik bir hikaye…

Yaz Gecesi Rüyaları

Kış ayları, bir sığıntı gibi evlerde, kapalı mekanlarda, dar alanlarda soğuğa siper edilerek yaşanılan ve illet derecesinde insanın canını sıkan türden geçmek bilmeyen süreçler oldu hep benim için. Can sıkıcı bu sürecin biteceğini bilmem de yaz aylarına olan özlemimin içimde taşıdığı umuttan kaynaklandı hep.

Yorgun, bezmiş ve bitkin bir halde geçirdiğim tüm kış boyu hastalıklar, titremeler, dar alanların yarattığı nahoşlukla paralel bir şekilde geçti. Bedenim bir sene daha yaşlandı, ruhum bir umut çentiği daha attı ve hayat bana aldırış etmeden devam ediveriyor.

Sürüp giden bu hayat nihayetinde bugün itibarıyla bahar aylarını getirdi kapılarımızın dibine kadar. Bahçelerimiz yeşilin her tonuna bürünerek içimizdeki umudu yeniden ve yeniden canlandırarak nefesimizin anlam bulmasına bir kez daha katkıda bulundu.

Ayva göbeğimin bir çıkıntı halinde önüme düştüğü, kış boyunca yaptığım egzersizle şişirdiğim kolların çelimsizleştiği bu günler de tek sevinç kaynağım ruhumun da dünyayla birlikte ısınmaya başlıyor oluşu…

Bir de yaz akşamlarının balkon sefaları var kâh yalnız başına keşfedilen günün müziğini peşi sıra dinleyerek, kâh kalabalıkça oturulan masa sandalye, kahve, sigara ve kimi zaman çekirdek-çay’a eşlik eden kavruk sohbetler…

Peki ya yaz gecelerinin uykuları? Sıcak havaların sunduğu özgürlüğün ruhumuza dolduğu, bilinçaltı kuyularımızın nefes almasına yaradığından mıdır bilmem ama yaz aylarında gördüğüm rüyalar hep hatırladığım ve hatırladıkça içimdeki sevginin kaynağı oldular hep.

Unutamadığım rüyalardan biri de bir yaz gecesine ait. Rüyada zaman kavramı yok derler kimi yerlerde fakat benim rüyamda o an gece, her yer koyu yeşil çimlerle kaplı. Pencereleri beyaz tuğlalı bir binanın önüne serilmiş beyaz şezlonglar var. Bir grup kalabalık, kendi halinde, keyif içindeler. Sevgi dolu gözlerle bakıyorum onlara. Hayatı belki de dolu dolu kılan içi güzel rüyalardır bence.

Hayal meyal hatırladığım, bölük pörçük birkaç saniye süren şeyler de olsa rüyalardır beni umutlandıran bu hayatta. Bir başka kare de koyu, kara bir dünyanın içinde bir arayışta olmam. Dev taşlardan bir labirentin içinde bir koşturmaca, bir arayış, bir gezme hali de değil tam olarak. Neyi aradığını bilmeyen bir hal ve tavır içinde geçip gittiğim yerler, mekanlar, insanlar, nesneler… kayıp gidiyor her şey… bir başka ben’i arıyor gibiyim rüyada, kendimin peşine düşen bir halde dönüp duruyorum taş labirentin içinde; lakin kendimi bulamadan uyanıveriyorum….

Bir başka yaz gecesi rüyalarımdan biri de paslı bir su deposunun üzerinde asillik kokan duruşuyla bir çita ile göz göze geliyorum. Gözlerinin kenarlarından burnun üzerinden aşağı doğru siyah şeritleri ile gözlerindeki asillik ilk dikkatimi çeken şey. Korkudan ziyade bir temkinli duruş sergiliyorum rüyada. Paslı su deposu sarı renkte çorak bir arazinin tam ortasında, çita deponun üzerinde dört ayak üzerinde bir gözetmen edasında. Uzun uzadıya sepya meralar…

Yaz gecesi rüyalarım bitmek bilmez. Ah özgürlüğümün bedenimde gezindiği geceler ne de güzel muhayyile sunuyor bana!

Hoşgeldin Yaz! Bu ne ilkyaz ne de sonyaz. Ama her yeni yaz, ben bir başka oluyorum. Değişmek mi, dönüşmek mi? Bilmem! Belki de ayrışmak veya bütünleşmek… gündüzün acı verici sıcağına, gecenin serinletici soğuklarıyla eşlik et biz insanlara. Ben, yine kendi çareme bakacağım gibi…

Önlenebilir Kitlesel Hatalar

Samanyolu galaksisinde yaşama şansına sahip olduğumuz tek gezegen; dünya, pandemi telaşını yaşamaya devam ediyor. 2020 yılının başından bu yana devam eden salgın tüm dünya ülkelerinde yıl boyunca gündemden düşmedi ve bir süre daha kitlesel bir meşguliyet yaratacak gibi. Şu ana dek temas yoluyla bulaşan bir tür öldürücü virüs olmasının dışında salgına yönelik herhangi bir teşhis bulunabilmiş değil. Çözümü yeni bir aşı keşfedip virüsü bertaraf etmekte arayan binlerce bilim insanı bir yıla yakın süredir virüsü egale etmenin yolları üzerine araştırmalar yapmaktalar. 

Uluslar bu araştırmalara paralel olarak ülkeler arası dolaşım yasağı, topluma yönelik sokağa çıkma yasakları, belirli saatler arasında çeşitli sektörlere yönelik hizmet sağlama şartları, kamusal alanlarda hijyen, mesafe ve maske kontrolleri gibi bir dizi kurallarla pandemi sürecine adapte olmaya çalışıyorlar. Bizim ülkemizde de olduğu gibi birçok ülkede evden çalışma yöntemlerine geçen iş dünyasındaki birtakım şirketler yeni ve alışılmadık bir düzen ile işleyişe devam kararı aldılar. Bunların dışında bazı sektörlerde yaşanan istihdam kaybı nedeniyle birçok insan bu süreçte işsiz kaldı. 

İçinde bulunduğumuz mutsuz ve kaygılı günler büyük bir ekonomik krizin kapıda olduğunu haber vermeden evvel bizleri başka şeylerle de tanıştırdı. Günlük, zorunlu gitmesi gereken bir işi olmayıp, belli bir ortalamanın üzerindeki sermayeleri ile geçimlerini sağlayabilen şanslı azınlıktaki şahsiyetlerin marifetlerini sosyal medya hesaplarımızdan bolca izlediğimiz günler oldu. Bunun yanı sıra para kazanma mecburiyetinden dolayı salgının ortasında evden işe- işten eve, günü kurtarmanın derdi ile yakınarak evine ekmek götürmek zorunda olan çoğunluktaki insanların telaşlı yaşamlarının patolojik vakalara dönüşmesine şahit olduk. Ülkemizde kontrolsüz yürütülen salgın politikaları ve kamusal alandaki bilinç yetersizliğinden kaynaklı sağlık çalışanlarının ölümle burun buruna yaşamalarına izleyici kaldık. Bir iki gün sadece sağlık çalışanları için balkonlardan ellerimizi şak şaklayarak onlara moral vermeye çalıştık. Resmi dillerden dökülen günlük ölüm ve vaka haberlerini ise şaşkınlıkla takip etmeye de devam ediyoruz hala. Depremler, yangınlar, döviz kurunun yükselişi, alım gücünün zayıflaması, işsizlik kaygısı ve daha buraya yazamadığım bir sürü debdebe ile uğraştığımız bir yılın bitimine yakınız. Havaların soğumasıyla birlikte bu yılı bitirirken, geleceğe dair insanlığın da bitebileceği ihtimalini hiç düşündük mü? Doğumumuzla ölümümüz arasında bize biçilen bir ömürde insan olarak bu dünyada üzerimize düşen hiçbir sorumluğumuz yok mu? Var! Hem de fazlasıyla… Bir maske takmaktan, ellerimizi yıkamaktan ve insanlarla belli bir mesafeden durup konuşmaktan daha fazlasını yapmaya ihtiyacımız var.

On bin yıl öncesinde doğa ile uyumu ve dengeyi yakalayıp yaşamını sürdürülebilir bir zeminde inşa eden avcı-toplayıcı atalarımızdan, bugün doğanın aksi yönünde hareket eden, dünyayı istila eden ve kendi sonunu getiren bir mahlûkata dönüşmüş durumdayız. Tahminlere göre bu hızla giderse, 2100 yılında dünya nüfusunun 11 milyarı aşacağını söylüyor bilim insanları. Hızlı tüketim ve sıfır üretim dürtüleri ile hareket eden kitleler büyüdükçe dünyanın sınırlı kaynakları için alarm veriyor. Doğurganlık oranının tarihte hiç olmadığı kadar arttığı bu çağda küresel çaplarda önlemler alınmadığı takdirde gelecekte vahşi hayatı yok etmiş, tüm doğal kaynakları tüketmiş bir insan nesli tahayyül etmemiz çok zor değil. Aile kurmanın gelenekselleştirilmiş ve kutsanmış yönlerini bir tarafa bırakarak ciddi anlamda üzerinde düşünmemiz gereken kitlesel bir sorunla karşı karşıyayız. Kontrol altına alınamayan doğurganlık meselesi. Ayrıca doğurganlık oranları bize her bir ülkenin ekonomik, sağlık ve eğitim düzeyi hakkında da bilgi verir. Genellikle 15-45 yaş arası kadınların araştırmaya girdiği doğurganlık istatistiklerinde az gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerin doğum kontrolü ve gebelikten korunma önlemlerinde zayıf kaldıkları görülmektedir. Bununla paralel olarak bu yaş aralığındaki kadınlar ağırlıklı olarak herhangi bir meslek ve eğitim kariyerinden yoksun olup, ev işleri için bir ömür tüketen bireyler olarak yaşamlarını idame ettirmektedirler. Ayrıca belli bir ekonomik istihdama sahip olmayan ülkelerde ebeveynler aile geçimini sağlamaya endeksli bir yaşam sürdükleri için aileye katılacak her bir bireyi bir geçim kaynağı olarak düşünerek doğurganlık oranının artmasınazemin hazırlamaktadır. İçinde yaşadığımız sınırlı kaynaklara sahip dünyamızı tehdit eden önemli faktörlerden biri olan doğurganlık oranına gelişmiş ülkeler bir nebze de olsa bir takım önlemler alarak kaliteli yaşam standartları ve sağlıklı bir gelecek için ortak bir bilinç oluşturmaya devam ediyorlar. Anne olmadan bir kariyer yapmayı hedefleyen aynı yaş grubundaki kadınlar bu ülkelerde doğum ve gebelik önlemlerini bilinçli bir şekilde tercih edebiliyorlar. Kadınların ataerkil bir yapıdan bağımsız olarak hareket edip, genç yaşta anne olmak yerine kariyer odaklı bir yaşam benimsediği Hong Kong bu konuda diğer dünya ülkelerine bir örnek teşkil etmektedir. Gelir düzeyiyle de ilişkili olan doğurganlık oranına baktığımızda gelişmiş ülkelerde yaşayan yüksek gelire sahip kadınlar gebelik ve doğum kontrollerinde dengeli bir eğilim sergilemekte olup doğurganlık oranlarında doğanın ve dünyanın bizden beklediği davranışı sergileyerek sorumlu bir şekilde hareket etmektedirler. Diğer yandan düşük gelire sahip kadınlar doğurganlık oranlarında en üst sıralarda yer alarak önlemez bir hatanın fitilini ateşlemekteler. Ülkeler bazında istatistiklere baktığımızda, Singapur, Tayvan, Güney Kore, Japonya gibi Asya ülkeleri ile Bosna Hersek, Polonya, Romanya, Yunanistan, Slovenya, Sırbistan ve İtalya gibi Avrupa ülkeleri doğurganlık oranlarında ülke çapında belirli bir bilinç oluşturmayı başarmış, 0,83 – 1,44 arası bir doğurganlık seviyesine ulaşmışlardır. Bu ülkelerin yakaladığı oranlara tüm dünya ülkeleri eğilim gösterdiği takdirde kontrollü bir gelişme sağlanarak insanlığın genetik koduna göre hareket edilebilir ve ilkel çağlarda yaşayan nesillerin sahip olduğu doğurganlık oranını yakalayarak doğa ile birlikte dengeli bir büyüme sağlanabilir. 

Dünyamız sahip olduğu nimetlerle bize sınırsız ufuklar açmaya devam ediyor. Yeryüzündeki en zeki varlık olan biz insanların endüstriyel devrimler sonrası doğa ile aynı dili konuşmaktan vazgeçip, kendi kaderimizi tayin etmeye kalkışan bir varlık olmaya bizi iten güç ne oldu? Günlük hırslarımızın, doymak bilmeyen hazlarımızın peşinden sürüklenmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Günün birinde kapitalist sistemin bizleri bir çiçeğin kokusundan mahrum edeceği ve insan eliyle yapılmış yapay mutluluklardan huzur bulduracağı günler çok yakın. Bugün herkesi bir kabloyla telefonlarına bağlayan teknolojik aletler bunu çok yakın bir tarihte muhtemel kılıyor. Üretim-tüketim dengesini alt üst eden insanlar arası iletişime yönelik yeni teknolojiler yerine temiz içme suyuna, termal kaynaklardan ısıtılmaya, güneşten faydalanarak gecelerimizi aydınlatmaya, rüzgârların yardımıyla enerji üretmeye daha çok ihtiyacımız var. Birer eğlence, dedikodu ve röntgencilik aletlerine dönüşen aygıtlar bizi içinde yaşadığımız doğaya yabancılaştırmakla kalmıyor üstelik toplumsal hareket etme kabiliyetlerimizi de güdükleştirerek bizleri birer bireysel potada erimeye mahkûm kılıyor. Yaklaşık iki yüz yıl öncesinden başlayıp günümüze dek devam eden doğaya yabancı kalışımız bugün yeniden keşfediliyor. Stanford Üniversitesinde yapılan araştırmalar 20-30 yıl içinde sadece yenilenebilir enerji ile dünyanın yönetilebileceğini öngörüyor. Bir an durup başımızı gömdüğümüz telefon ekranlarından kaldırıp etrafımıza bakındığımızda doğanın bize sunduğu kaynakların eşit derecede dünyamızda bulunduğunu ve ondan faydalanmamızı beklediğini görebiliriz. Bunu görebilmek için ise bir takım teknolojik faaliyetler, farkındalık yaratacak bakış açıları ve kitlesel mücadeleler gerekli. 

Ülkelerin yönetim biçimleri günümüz ulus-devlet anlayışlarında önemli bir paya sahip. Rasyonel çıkarlara saplanıp kalmadan, eski dünyanın dinamikleri ile hareket etmekten kendini sıyırmış ülkelerde sosyal, demokrat, eşitlikçi yönetim anlayışlarının yanı sıra yenilenebilir enerji kaynaklarına ayrılan bütçelerin de ciddi oranlara ulaştığını ve o ülke insanları için bir değer yaratma çabalarını görüyoruz. İzlanda, bugün ülkenin ısınma ve elektrik ihtiyacının %95’ini hidroelektrik ve jeotermal enerjileri ile üreterek yenilenebilir kaynaklarda dünya lideri konumunda. Aynı şekilde bir başka kuzey ülkesi olan Norveç, enerjisinin %98’ini rüzgâr ve termaller aracılığı ile yenilenebilir kaynaklardan üretiyor. Bir başka İskandinav ülkesi olan İsveç, 2015 yılında aldığı bir kararla fosil yakıt kullanımını ortadan kaldırmak için 2050 yılına kadar güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir kaynaklardan faydalanarak temiz ulaşımı hedeflemektedir. Avrupa’nın lokomotif ülkelerinin başında gelen Almanya, yıllık güneşli gün sayısı bizim ülkemize kıyasla %30 daha az olmasına rağmen güneş enerjileri sektöründe dünya liderlerinden biri sayılmaktadır. Ayrıca günümüz enerji tüketimine baktığımızda Almanya’da yenilenebilir enerji, kömür ve nükleer üretimden daha fazla elektrik sağlamaktadır ülke için. Birleşik Krallık ülkelerine baktığımızda ise yenilenebilir enerji kaynaklarına mühim derecede önem vermektedirler. Bunun en bariz örneğini ise ev ve işyerlerine fosil yakıta ihtiyaç duymadan tamamıyla rüzgâr enerjisi ile bir enerji ağı oluşturan İskoçya’da görüyoruz. Bunun yanı sıra İngiltere’de yer alan Rüzgârgülü çiftliklerinde üretilen enerji günümüzde kömürden daha fazla üretim sağlamaktadır. Doğanın bize sunduğu her türlü imkânı değerlendirmek bizim elimizde ve ona karşı ne kadar kibar davranırsak, dostluğumuz ilelebet devam edecektir. Bu dostluğun bir başka örnek ülkesi olan Kenya,Afrika kıta sahanlığında yenilenebilir kaynakları kullanarak ülke çapında %95 enerji üretmektedir. Böylelikle %100 yeşil enerji üreten ülkelere de liderlik etmektedir. Kitlesel hatalardan geri dönüşün mümkün olduğunu, tarihe birlik ve beraberlik örneği olarak gösterilebilecek bir başka ülke olan Uruguay, halk-özel ve kamu sektörlerinin el ele vererek çalışması sonucunda karbon ayak izlerini önemli ölçüde düşürerek ülkede önemli bir sorun haline gelen elektrik kesintileri gibi sorunları birlikte çözebilmişlerdir. Dünyamızı kara bulutlardan, toz kümelerinden, fosil yakıtların zehir içeren buharlarından arındırmanın tek yolu küresel bir birlik ve beraberlikten geçmektedir. Çin, 1,4 milyarı aşan nüfusuna paralel olarak hala yüksek oranda fosil yakıtlar kullanmaktadır. Her ne kadar yenilenebilir enerji üretimi %25 oranına ulaşmışsa da bu nüfusa oranla yeterli değildir. Çin haricinde 300 milyonu aşan nüfusu ve tüketim çılgınlığıyla bilinen Amerika Birleşik Devletleri de %18 oranında yenilenebilir enerji kaynakları üretmektedir. Etkili bir gücü elinde bulunduran ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde veto hakkına sahip bu iki ülke fosil yakıtlardan feragat edip yenilenebilir kaynakların üretimi konusunda radikal kararlar aldıkları takdirde dünyanın geriye kalan ülkeleri için domino etkisi yaratabilir. Ülkeler arası etkin siyaset ve ekonomik güç dengelerinin savaş ihtimalleri ve stratejik çıkarlar yerine yenilenebilir kaynakların oluşturulacağı teknolojiler, güvenirlilik ve yatırımlara kaydırılması akabinde küresel anlamda bir işbirliği planının gelişimine ve temiz bir hava sahasına ulaşmamız mümkün olacaktır. 

Dünya yüzeyinin %80’i sularla kaplıdır. Bu alanların yüzde %97’sini ise denizler ve okyanuslar oluşturur. Dünyanın karada yaşayan canlı türlerinin dışında bu alanlarda da karada yaşayan türlerden daha fazla ve endemik türde canlılar yaşamaktadır. Bu canlıların yaşadığı alanlar yüzlerce yıldır insanlar tarafından artan şekilde istilalara neden olmaktadır. Bu istila faaliyeti ise balıkçılık adı altında resmileştirilerek, yasal süreçte devam eden bir iş kolu haline gelmiştir. Fakat günümüzde bu faaliyetler engellenmezse önümüzdeki yirmi yılda bu türlerin %60’ını yok edeceğiz. Son yıllarda birkaç bilim adamı tehlikeli boyutlara ulaşan balıkçılık sektörünün bir süre küresel anlamda yasaklanması için uyarılarda bulunmaktadır. Açık denizlerde bu tür faaliyetlerin yasaklanması türlerin gelişimi ve devamı açısından önemli bir durum oluşturmaktadır. Britist Columbia Üniversitesinden Daniel Pauly, bu yağmanın önüne geçebilecek tek şeyin deniz koruma alanlarının oluşturulmasıyla mümkün olacağını vurguluyor. Böylelikle balık stoklarının yeniden oluşturulması için bir imkân sağlayacağını da vurguluyor. Daniel Pauly, balıkçılık sektöründe süregelen ticari anlayışın bir saadet zincirine dönüştüğünü ifade etmektedir. Avrupa ve Kuzey Amerika sularının tekelinde oluşturulan balıkçılığın dünyanın geri kalan ülkelerinde kendilerine yatırımcı bularak büyüme grafiğini yakalaması bu sistemi saadet zinciri olarak tanımlamamıza neden olmaktadır diye de eklemektedir. Fakat bu durum kırmızı alarm vermeye başladı. Çünkü avlanmış olan alanları telafi edecek başka alternatif alanlar yok ve bu zincirin halkasını oluşturan ilk ihracatçı ülkeler çöktüğü gibi diğer ülkelerde de etki yaratarak balıkçılık sektörünü bitirecektir. Pauly’ye göre günümüz balıkçılık stokları 1990’lı yıllara kıyasla 1 ila 2 milyon ton arasında azalarak ilerlemektedir. Balık avcılığının genişlemesi ve stokların hızlı tüketilmesi sebebiyle bu açık giderek artmaktadır. Günün birinde ise sofralarımıza gelen menülerde balık bulamayabiliriz. Uluslararası sularda balık avı, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Çin, İspanya, Fransa ve büyük sanayi filolarına sahip birkaç kişi tarafından tekelleştirilmiştir. Bu durum diğer ülkelerin kendi kıyılarını kullanamamaları gibi eşitlik sorunu da yaratmaktadır. Adil bir paylaşım ile her ülke kendi uluslararası açık denizlerini düzenli politikalarla (burada doğanın dengesini korumak ve kollamak kast edilmiştir) yönetebilirlerse, sürdürülebilir bir beslenme zincirine dâhil olabiliriz. Endüstriyel gelişim ile birlikte büyük av filolarının açık denizlerde sürdürdükleri avlanma politikaları büyük bir kaynağı yok etmeye doğru ilerliyor. Bu gidişatın iki çözüm yolu bulunmaktadır. İlk olarak açık denizlerde faaliyetlerin iki yıl ile beş yıl arasında durdurulması (ki bu yatırımcıların göze alabileceği bir durum değildir) Devlet politikaları ile bu faaliyetler en aza indirgenerek bir süre balık avcılığını uluslararası sularda yasaklanması. Diğer çözüm yolu ise denize kıyısı olan her ülkenin küçük ölçekte sınırlı balık avcılığı ile sürdürülebilirliğe katkı sunabilmesi ile mümkündür. Bu durumda iki öz farkındalık ile karşı karşıya kaldığımız aşikârdır. Toplum olarak sadece sivil toplum kuruluşlarının nezaretinde değil de bireysel anlamda denizlerdeki sürdürülebilirliğe her kesimden duyarlılık bir elzemdir. İkinci olarak ise devlet yasalar aracılığı ile yatırımcılara bir süre denizleri kapatmaları gerekecektir. Sınırlı kaynaklar ancak bu şekilde devamlılık sağlayabilir. 

67 ülkeden gıda atıkları, tarım uygulamaları ve beslenme tedbirlerine göre elde edilen verilere göre sürdürülebilir endeksinde başarı gösteren ilk 10 ülke Fransa, Hollanda, Kanada, Finlandiya, Japonya, Danimarka, Çekya, İsveç, Avusturya Ve Macaristan olarak sıralanmaktadır. Bu ülkelerin yaptığı en önemli iki şeyden biri tarım sektöründeki yüksek düzeyde sera gazı emisyonunu gerçekleştiriyor olması ve bir diğer unsur ise biyoyakıt üretimini kullanarak bir dönüşüm çemberini oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Tarımsal anlamda sürdürebilirlik alanında farkındalıklar yaratarak başarıya ulaşmış birçok ülke örneği ile karşılaşabiliyoruz. Bu verilerin yükselerek ilerlemesi sürdürülebilir bir dünyanın yaratılması için mümkün görünüyor. Aynı politikalar denizlerde de işlendiği vakit, verimliliği artan bir dünya ile geleceğe daha sağlam adımlarla ilerleyebiliriz. Aksi takdirde, doğanın bize sunduklarının aksine insan eliyle üretilmiş maddeye bağımlı, doğaldan uzak yapay ürünlerle yaşamını sürdüren sağlıksız bireyler olabilme ihtimaline çok yakın hissedeceğiz kendimizi. 

2014 yılında Norveç hükümeti Almanya ve Birleşik Krallık ile bir anlaşma yaptı. New York şehrinde yapılan Birleşmiş Milletler iklim zirvesinde; palmiye yağı, soya, sığır eti, kereste gibi ürünleri sürdürülebilir bir şekilde tedarik etmek için kamu ihale politikaları dâhil olmak üzere ormanları tahrip etmeden tedarik zincirlerini teşvik eden ulusal taahhütleri teşvik edeceklerini ilan etti. Norveç, ormanları tahrip eden politikalara sert çıkış gösteren tek ülke konumunda şimdilik. Dünyadaki diğer ülkelere örnek olabilecek bu adımla birlikte Norveç hükümeti kamu ihale politikalarını ormanları tahrip etmeden uygulanabilirliğini taahhüt etmektedir. Birleşmiş Milletlere üye diğer ülkeler de bu önemli adımı takip ettikleri takdirde hem doğanın insandan beklentilerini hem de temiz hava sahanlığını genişletmesi bakımından dünyaya yararlı politikalar ile hareket edileceğini gösterebilir. Ormanları koruma statüsünde tek örnek ülke olan Norveç, yatırımlarında biyolojik çeşitliliğin korunması bakımından ülke içinde orman tahribatı yaratan ürünlerin tedarikini de yasaklamış durumda. 

Dünyamızdan başka gidecek hiçbir yerimiz yok şimdilik. Astronotların menfaatine bırakılmış başka bir gezegen arayışına girmektense, içinde çeşitli kuş türleri, devasa dağları, okyanusları, balıkları, sayamayacağım türde çeşitli hayvanları ve renkli tabiatıyla birlikte yaşayabilmek mümkün. İnsanlık tarihimize dönüp baktığımızda bu sürdürülebilir yaşamı asırlarca devam ettirmiş olan atalarımızın olduğunu görürüz kuşkusuz. Bugün geldiğimiz noktada, kaynaklara istila ederek yaklaşım gösteren her türlü anlayışın önünün alınması gerekmektedir. Ekolojik dengenin sağlıklı bir döngü içinde hareket etmesi için bu döngüye zıt hareket eden unsurların sert politikalar ile cezalandırılarak doğaya karşı gittikçe artan borcumuzu ödeyebiliriz. Karalarda, denizlerde, yeraltında yaşayan diğer canlıları, bizi hayatta tutmaya yarayan soyut enerjilerin bizden beklediği karşılık sadece ölçülü kullanabilme dürtüsü. Tüketim çılgınlığı tabirinin revaçta olduğu popüler kültür zamanlarında, öz farkındalığa sahip milyarlar olduğumuz takdirde doğa ile uyumu yakalayabiliriz. Şu da unutulmamalıdır ki, ormanlara, denizlere, hayvanlara kısaca doğaya karşı bugünkü davranışlarımızı değiştirmediğimiz müddetçe virüslerle, bulaşıcı hastalıklarla çaresizce boğuşmaya çalışan insanlar olarak mutluluğa çok uzak bir dünyada yaşayacağız. Bu karamsar tablo çok yakınımızda ve onu yaşamamak adına bir an önce yönümüzü daha sürdürülebilir ve yenilenebilir bir yaşama çevirmek zorundayız.  

 

Hamster Koşu Çarkı

Adına küre dediğimiz dünya, üzerinde yaşam formunun kanıtlandığı tek gezegen. Bugün çağdaş insan tanımı araştırmalara göre 195 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Kabaca hesaplamaya girişilirse dünyanın yaşının yanında günümüz çağdaş insanın gelişim gösterdiği biyolojik varlığı yaş olarak küçük bir nokta kadar. Çünkü jeologların geniş kapsamlı bilimsel kanıtlarına göre dünyamız yaklaşık 4,54 milyar yıl yaşında.

Böyle bir girizgah’tan sonra sizlere insan evladının üzerinde yaşadığı gezegenle ilişkisini konu alan bir yazı yazmak isterdim açıkçası. Fakat konumuz başka. Milyarlarca yıllık bir gezegende, varlığı 195 bin yıldan ibaret olan maceraperest bir varlığın geldiği noktada hayretler içerisinde bırakan bir icadın yarattığı buhrandan söz edeceğim. İcadın adı: Kapitalizm.

Evrimler ve devrimler aracılığıyla binlerce yıldır devam eden insanlık serüveni M.Ö 7. Yüzyıla kadar paranın ne anlama geldiğini bilmiyordu. Ta ki o dönemde eminim ki aklında hiçbir hınzırlığın olmadığı, insan hayatını kolaylaştırması için ve uzak diyarlarla süren ticari ilişkilerin bir düzene oturması adına Lidya Kralı Alyattes tarafından ilk paralar bastırılıyor. Takas usulü ticaretten, gümüş ve altın sikkelerle yapılan bir ticarete dönüş elbette o günün insanları için bir devrim niteliğinde de sayılabilir. Anadolu’da icat edilen para, daha sonrasında Akdeniz ticaretinde etkin rol oynamış oradan da tüm dünyanın benimsediği bir politika halini alarak günümüze kadar ulaşıyor ve bugün de anlaşılacağı üzere ekonomi döngüsünün ana paradigmalarından birini oluşturuyor.

Kapitalizm, paranın ve insanın gelişim sürecinde ilk olarak 16. Yüzyılda özel mülkiyetin anlam kazanması ve üretim araçlarından artı değer elde edilmesi fikirleriyle birlikte ortaya çıkıyor. O dönemlerde derebeyliklerin son bulması ve bunun yerine ulus-devlet kavramlarının dünyada egemen olmasıyla birlikte kurumsallaşan kapitalizm, üretimden kâr güdülmesi ve ücretli emeğe dayalı üretim tarzı gibi iki farklı özelliği ile günümüze kadar kendinden beslenerek büyüyen bir canavara dönüşmüş durumda.

Kapitalizm’in insanlığın sonunu getireceğini düşünen ilk dehalardan biri olan Jean Jacques Rousseau’nun kendi çağından dönüp geriye baktığında aşağıdaki satırları not düşerken o günden bugünü ve bugünden de ilerisini gördüğüne şüphem yok. Şöyle diyor Rousseau: “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”

Karl Marx, tüm güncelliğini koruyan kült eseri Kapital isimli kitabında uzunca anlattığı metaların kullanım değerleri ve piyasa içindeki değişim değerlerini birbirinden ayırır. Sermaye, bir metanın değişim değerinden kazanılan artıdır. Emek gücünün kendisi, yani bir bakıma metayı işleyip satışında rol alan insan faktörü kapitalist düzenek içinde sermayenin metası haline gelerek bir değişim değeri yaratıp kendi üzerinden bir artı değer oluşturur. Yani kısaca insan kapitalist düzenin hem üreticisi, hem tüketicisi hem de metası haline gelir. Tabi Marx’ı anlamak kolay değil. Dilinin kuvveti ve kapitalist düzenin karmaşık yapısından kaynaklı Marx’ı çok dikkatli okumak gerekiyor ve özellikle “sınıf çatışması” tespiti bugün gün gibi ortada. Bunu görmemek için kör-sağır-dilsiz olmak gerekir.

Sınıf çatışması, bugün bir ülke ekonomisi ele alındığında mikro ölçekte zengin-orta-yoksul sınıf gibi sınıfların belirleyici unsuru olarak görülebilir. Farklı bir çerçeveden bakarsak eğer sınıf çatışması küresel anlamda gelişmiş-gelişmekte olan- az gelişmiş ülkeler boyutunda makro bir sonuç da çıkarıyor önümüze.

Bugün yasalar, para (sermaye) kimin elinin altındaysa onu korumayla yükümlü davranan hukuki bir miğfer gibi duruyor. Sermaye bakımından güçlü ülkeleri “gelişmiş ülkeler” kategorisine sokan bu durum fırsattan istifade eden bir takım insanın hesaplarını kabartarak offshore (kayıt dışı) yöntemlerle haksız zengin etmeye yarayan bir araca dönüşmüş durumda. Bu zenginlik yöntemi Cemal Tunçdemir’in muazzam bir şekilde anlattığı “Tarihin En Büyük Para Soygunu” ve “Mangıristan Diye Bir Ülke…” isimli iki uzun yazısında net bir şekilde anlatılıyor. Kısaca değinmek gerekirse, gelinen noktada gelişmiş veya az gelişmiş olsun herhangi bir ülkede canla başla çalışıp vergilerini düzenli şekilde ödemeye çalışan ve ülkelerine vatandaşlık bağı ile bağlı kitlelerin ödedikleri paralar küresel parasal sistemin dışında işleyen farklı bir yerde kayıt dışı sermayelerin büyümesine ve devasa miktarlarda haksız kazanç elde edenlerin zevk ve sefalarına harcanıyor.

Kitleler, Marx’ın da ifade ettiği gibi görünmez bir el tarafından bastırılıyor veya uyutuluyor. Düzen, ev-araba-yüksek maaş-iyi kariyer- sağlıklı emeklilik gibi arzular pompalayarak, kitle iletişim araçlarına bağımlılığı sağlayarak, şirketlerin marka ve reklam furyalarıyla aldatarak, evlilik-aile-vergi yükümlülüğü gibi sorumluluklar vererek devasa dünyanın içinde küçük bir kümenin içine hapsediyor kitleye bağlı her bir yurttaşı. Bugün yaklaşık 7.78 milyar nüfuslu bir dünyada yaşıyoruz. Sınırları çizili, kendi içlerinde belli bir düzeni veya düzensizliği bulunan 200’ün üzerinde dünya ülkesi bulunmakta. Bu ülkelerin bir çoğunda küçük zümreler müthiş büyüklükte sermayeye sahip olarak kayıt dışı paranın çarkını çevirmekte. Çevrilen her çark küçük zümrelerin servetlerine servet katan bir mekanizma ve bunun devam etmesi için kapitalist düzenin devam etmesi şart. Bunun devam etmesini sağlayan en önemli iki araçtan biri yasalar, bir diğeri ise devlet düzeni (yürütme ve yargı). Diğer yandan her bir ülkede yaşayan çoğunluk sayıdaki vatandaşının da içinde bulunduğu bir çark var. Ben kendimce bunun adına Hamster Koşu Çarkı adını taktım. Bu koşu çarkını hayatımız, ucuna asılı olan marulu yaşamdan beklediğimiz istekler ve arzular, çarkın içinde bu isteklere ve arzulara ulaşmaya çalışan hamster’ı da birer birey olarak metaforlayarak düşünebiliriz. Çarkın dönmesini sağlayan motor güç kapitalizm ve onu çeviren ise astronomik rakamlara ulaşan servetleriyle küçük zümreler.

Bu çarkı reddedip, çarkın içinde koşmayı bırakarak kendi yolunu akılcı yollarla çizmeye karar veren ve yaşamı öğrenmeye meraklı çok az sayıdaki beyinler hariç, korkular ve kaygılarla yaşamaya bağımlı bireyler (ki çok fazla sayıda) bu çarkın içinde ömürlerinin sonuna dek dönmeye meylederler. Yorulmak nedir bilmeden dönen çarkın içinde koşturan kitleler çarkın ucunda asılı duran maruldan bir iki parça kopararak kısmen de olsa isteklerine kavuşabilirler. Fakat içinde koşturdukları kürede marulun tümünü hiçbir zaman yem etmek istemeyen bir gücün olduğunun farkında değildirler. O güç (kapitalizm) var oldukça, o çarkı çevirme arzusu ile yanıp tutuşan zümreler var olacak ve kitleler bu düzeneği yıkmadıkça bir hamster gibi çarkın içinde döne dolaşa koşmak zorunda bırakılacaktır.

Tehlikenin Farkında mısınız?

Size bir kehanette bulanayım mı? 2030 yılında bir şeyler izleyeceğiz hep beraber ve bunun adı “Sosyal Kopuş” olacak.

Geçtiğimiz günlerde 2020 yapımı “Social Dilemma” isimli Netflix süslemesi bir belgesel izledim. “Dilemma” kelimesi ikilem ya da düşünce kıstırılması gibi bir anlama geliyor dilimizde. Dilim, “Netflix yapımı” demeye varmadı fark ettiyseniz ama harcanan onca para, emek, oyunculuk, teknolojik firmalarda yıllarca çalışmış yetkin insanların yorumlarına yer vermesi izleyici de belgeseli izlerken yanı başında duran telefonunu kırma isteği, hadi onu yapamasanız da en azından tüm sosyal ağların bildirimlerini kapatma isteğinin uyanması, cafcaflı laflarla cilalanmış bir distopya hikâyesi yaratması gibi bir sürü eylemi heyecanını yitirmeden gerçekleştirdiği için izlenebilir.

Social Dilemma, günümüz büyük teknoloji şirketlerinde zamanında çalışmış veya halen çalışmakta olan ya da yeni girişimlere atılmış toplum mühendislerinin bir nevi itiraflar dizesini içeriyor. Aslında itiraf demek yerine ürettikleri tekonolojilerin kullanıcılar tarafından farklı algılanması sebebiyle bir sosyal bağımlılığa dönüştüğünden dem vuruyorlar. Bunun yanı sıra ergenlik döneminin biyolojik buhranına da çanak tutan bir sosyal bağımlılığa sebep olduğunun altını çiziyorlar. Ortaokul yaşına indirgenen telefon kullanma bağımlılığının sosyallik yerine asosyallik yarattığını, psikolojik dengeyi bozduğunun ve gençliğe adım atacak olan çocukların bir kıyaslama ve mükemmel profil yaratma sebepleriyle mutsuz olduklarını, depresif bir ruha büründüğünü anket çalışmalarıyla kanıtlıyorlar. Biraz daha büyümüş, yetişkin bireyler de ise yalan haberlerin yayılması nedeniyle gerçeğe ulaşmalarının neredeyse mümkün olmadığını, reklam veren şirketlerin ağına düşerek tüketim zehirlenmeleri yaşadıklarını ve girdikleri verilere göre yapay zekalar tarafından birer canlı ürün haline geldiklerini de öğreniyoruz bu belgesel tarafından. Netflix son yıllarda etkileyici belgeseller üretmek için abartmaktan geri kalmıyor. Bu yanıyla izlediğim için bir önyargı vardı kafamda ama belgeselin içerdiği konuya oturduğumuz yerden kafamızı çevirip baktığımızda veya aynadan kendimizle göz göze geldiğimizde çokta uzak bir ihtimal olmadığını görebiliyoruz. Bugün bu sosyal ağların hepsinde bir takım verilerimiz mevcut. Her birimiz bir kullanıcıyız. Bir kimliğimiz, şifremiz ve kendi görüşümüzü veya beğenilerimizin süper bilgisayarlara depolandığı bir veri arşivimiz bulunmakta. Her bir uygulama için girdiğimiz veriler bu teknoloji devlerinin gizlilikle yürüttükleri arşivlerde saklanıyorlar. Gerçekten saklanıyorlar mı? Ya da bunları perdenin arkasında parayı basıp, verileri almak isteyen farklı sektörlerde liderlik yapan dünya şirketlerine mi satıyorlar? İşte bunların cevabını belgeselde bulabiliyoruz. Sosyal ağların bir fayda olmaktan çıkıp, şikayet edilen ve zararlı olduğunu ispatlayan birçok ifadeye de yer veriyor belgesel. Hatta bu işin ehli olan insanlardan biri belgesel de şöyle bir ifade kullanıyor. Zamanında bisiklet icat edildiğinde kimse ondan şikayet etti mi? Bisiklet icat edildi diye insanlar bunun zararlı olduğunu ve yasaklanması gerektiğini, topluma bir faydasının olmadığını dile getirdiler mi? Hayır. Çünkü, insanlık için bisikletin icadının bir faydası vardı ve var olmaya devam ediyor. Fakat sosyal ağlar için bugün bunları diyemiyoruz. Üstelik, yasalar dahilinde kullanımının yasaklanması için platformlar kuruluyor. Bir başka uzmanın söylediğine göre “kullanıcı” kelimesine iki sektörde karşılaşıyoruz: Uyuşturucu ve Sosyal Ağ Uygulamaları. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere sosyal ağların bir bağımlılık yarattığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Etkileri ise doğru ve bilinçli kullanılmadığı takdirde zarar verecek yönde olabiliyor. Bu tuzağa günümüz ülkelerinin toplumları yıllardır düşmüş durumda. Bunun nedeni ise yasada sosyal ağlarla ilgili düzenlemelerde gecikmiş olmaları. Buradan da anlaşılıyor ki yasalar teknolojilere göre çok geriden ilerliyor.

Hatırlayanınız varsa 2010 yapımı Facebook’un doğuşunu konu alan bir film vardı: “Social Network” yani Sosyal Ağ/ Bağlantı veya birbiriyle ilgili anlamlarına gelen bir filmdi. O filmde allem edip kullem edip bir şekilde bir sosyal ağ icat eden ve amacı Japonyadaki teyzesini, Brooklyn’deki bir gencin ona ulaşım ağının kolaylığını sağlamak olmasa da günümüzde bunu mümkün kılan bir icadın peşindeki bir üniversite öğrencisinin hikâyesi anlatılıyordu. O genç bugün dev bir şirket olan Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg. Üstelik bu icat sadece bir üniversite bünyesinde mevcut öğrencilerin ağı olmaktan çıkıp iki milyarın üzerinde insanların kullandığı bir ağa dönüşmüş durumda.

2010 yılında gösterime giren bu filmin üzerinden on yıl geçti ve bugün, 2020 yılında “sosyal ağ”, “sosyal ikilem”e evrilmiş durumda. Ok yaydan çıktı bir kere mi demeliyiz? Yani üzerinden sadece on yıl geçmesine rağmen insanları bir araya getiren bir ağın yerini bir ikileme bırakması bu sosyalleşme uygulamalarının insanlığı gerçekten bir distopyaya doğru sürüklediğini görebiliyoruz. Netflix kullandığı soundtrackler, dramatize edilmiş sahneler ile bunu abartıyor olsa da teşbihte hata olmaz diyerek bunu kabullenmemiz ve bir distopik dünyaya doğru sürüklendiğimizi görmemiz ve anlamamız gerekir.

2010 yılında teknoloji özürlüsü insanlığın tüm masumluğunu kullanarak icat edilen sosyal ağlar, 2020 yılına gelindiğinde bir manipüle aracına dönüşerek insanlığın masumiyetini sömüren bir araca dönüşmüş durumda. Faraza, devleti ayakta tutan yasalar ilerleyen yıllarda sosyal ikilemleri görmezden gelip, ortaçağ yasalarına göre günümüzü yönetmeye devam ettikleri takdirde 2030 yılında bir “sosyal kopuş” filmini izlemeye hazır hissetmeliyiz kendimizi.

Bu saatten sonra düzenlenecek yasalar da öyle kolay anlaşılabilir olmayacak. Teknolojiyi, eski geleneklerle takip eden yasaların yenilikçi ve toplum bilincini geliştirici yöntemlerle yönetebilmesi için bu sosyal ağların arkasında duran düşüncelere karşı galip gelmesi lazım. Tabi bunu yapmak için de satranç masasını dağıtıp, taş üstünde taş bırakmayan yöntemlerle değil. Akılcı ve stratejik adımlarla hareket ederek şah mat yapması gerekecek. Bunun için günümüzde en acil tarafından süper zeka yasa koyuculara ve hukukçulara ihtiyacımız var. Yoksa sonumuz sosyal kopuşa doğru gidecek ve bugün komşumuzun bir “günaydın”ı esirgemesinden şikayet eden biz, yarın kendi ailemiz içinde birbirimizle konuşmaya tahammül edemeyen bireylere dönüşeceğiz.

Bir Süre Sonra

Beni yazmaya iten birtakım söz öbekleri hep uyku saatine ramak kala aklımın köşetaşlarına yaslanıp, oradan sırıtarak mızıkçı bir çocuk gibi uykumu kaçırıp kendince eğlenerek yorgun bedenimi umursamadan alıkoyuyor beni rüyalarımdan…

Murathan Mungan, henüz kararını veremediği konulara dair, “üzerinden bir rüya zamanı geçsin de bakarız…” diye cevap verirmiş. Uykuda geçen süreye ne güzel ve şairane sözler bulmuş değil mi?

Bu rüya zamanına beş kala, bu gece hayatlarımızın daha doğrusu bizler henüz bu hayata gelmeden önce bile bir şeylerin hep bir süre içinde demlendiği, demini aldıktan sonra şekle kavuştuğu, bu şeklin getirdiği sonuçları yaşayarak ya herro ya merro dediği noktaları birleştirerek yaşamsal süreci tamamladığı üzerine düşüncelere eriştim.

Yazının başlığı “Bir Süre Sonra” bu yazının üç kelimelik koca bir özeti gibi. Tabi yazı açıldıkça kelimeler haliyle oturacak yerine.

Anne – Babalarımız bizleri bu hayata getirmeden evvel bir süreç başlatırlar. Bu süre zarfında ya baba ilk adımı atar ya da anne, eğer gerçekten de isteklilerse bir yuva kurup evlenmeye… Tüm şartları olası bir evlilik üzerine kurguladığımızı farz edersek, bir süre sonra ilişki demlenmeye başlar ve evlilik süreci başlar. Her şeyin kendini ispat edebilmesi, gerçekliğini ortaya koyması ve akla karanın ortaya çıkması için bu hayatta hep bir süre sonrası vardır. Süre, başlangıç ve bitiştir, sonrası ise o sürenin doğurduğu sonuçlarla yaşamın devam edegeldiği ve demlenen hayatın tadına varılan noktadır. Bu tat kimi zaman acı, kimi zaman tatlı olabilir. Ben, bu hayata anne-babam evlendikten beş yıl iki ay sonrasında dünyaya geldim. Demek ki, o beş yıl iki aylık süre sonunda sperm ordusunun içinden bir kral sperm tam demine kavuşmuş olsa gerek, diğerlerini giriştikleri hınçla hınç dolu bir yarışta geride bırakıp, yumurtayı delerek rahme yerleşmeye kararını vermiş. Hayatımın ilk demlenmesi bu kral spermin rahim de bacaklarını üst üste atıp, orada dokuz ay on gün gibi bir süre ile kâh acıkıp, kâh uyuyarak, kâh tekmeleyip, kâh yüzerek bir dönüşüm zincirini tam takır uzuvlara sahip bir cenin olana değin sürdürmesi ve tam demini yakaladığı noktada bulunduğu yerden huzursuzca çıkıp, ağlanıp dövünmesiyle yaşandı diyebilirim.

Bir süre şeklen çembere benzettiğim anne karnındaki mekanda geçmiş, sonrasında ise yine şeklen çembere benzeyen ama daha devasa büyüklükte olan dünyaya gelişim ‘bir süre sonra’ hikayesinin giriş kısmını ilk başlatan cümleler oluyor haliyle.

Buraya oturup otobiyografik bir hikaye yazılmalı mı? Bence bu yazının başlığı bunu hak ediyor fakat ben de o güç var mı? Buna pek emin değilim. Otuz iki yıla aşkın süredir devam eden bir hikayenin süreleriyle, bu sürelerin demlenip sonralara evrilmesinin çeteresini tutmak haliyle usta bir yazar için belki daha kolay olabilir ama ben ki yazı dünyasında bir çömezken böyle bir işe kalkışamamanın dayanılmaz hafifliğini yaşadığım günlerdeyim. Bu hafifliğin avantajlarını fırsat bilip kısa kesenlerdenim.

Dünyaya indiğimiz ilk durakta çaresiz, kendini ifade edemeyen, bakıma muhtaç, birinin kollarına, gövdesine ihtiyaç duyduğumuz, yalnız başına yaşamanın mümkün olamayacağı bir haldeyizdir. Vicdansız bir anne değilse, ilk bakımımızdan, genelde o sorumludur. O yüzden büyüdüğünde, bir süre sonra zalim imparator ünvanına ulaşmış biri bile hepimiz gibi ilk durağında o anne memesine muhtaç biridir. O ilk durak kendi içinde bir süreye tabidir. Yani bir süreye kadar beslenmek için anne sütüne ihtiyacı vardır ve sonrasında süt kesilir, bebek demini alma evresinin yabancılığını henüz üzerinden atamamıştır, garipsediği bir dünyaya halen ayak uyduramadan bir boşlukta yüzer gibi adeta kendi hiçliğinde boğuşarak kendince bir bilinç oluşturur. Çevresinde gördükleriyle, yakınlarını taklit etmesiyle, eşyalara dokunup anlam yüklemesiyle dünyayı tanımaya başlamıştır. Duyguların ve düşüncelerin arka planda gelişerek, biyolojiye etki edilmeye başlandığı dönemler başlamıştır. Öğrenmenin başladığı fakat farkındalığın henüz gelişmediği bu toy dönemde şekil almak için fizyolojik tepkimeler gün yüzüne çıkar, gözler ve saçlar renklenir, el ve ayak çizgileri belirginleşir, serbestçe hareket edebilmenin ilk tepkileri görünmeye başlar. Tanımanın ve anlam yüklemenin geçirildiği bir süredir bu insan adına. Sonrasında benzemek kalır geriye. Yanındakine benzemenin, onu görerek kendine bir şekil vermenin ve ham bir haldeyken, …gibi olmanın dışında başka seçeneği yokmuşçasına hareket edilir.

Büyümek, insan için bir süredir ve sonrasında küçülmeye doğru giden bir zaman ile yarışır dururuz…

Bebeklik sürelerimizi yanıbaşımızdakiler gibi davranarak geçiririz. İlla onlar gibi olmayacağımızı anlayabileceğimiz yaşlar değildir o çağlar. Bunun için de bir süre vardır fakat o sürenin de yaşanacağı bir vakti, bir zamanı vardır. Adım adım ilerlediğimiz bu hayatta hiçbir şey anlamsız değildir. Her şey sonu mutlak bir anlama çıkar. Birbiriyle kıyaslanamayacak kadar her biri kendi içinde özel ve biricik olan anlamlardır bunlar. Anlam, yaşanılan sürenin sonrasında kişinin yaptıklarıyla bir ifadeye ulaşır sonunda.

Çocukluk dönemi bir ifade biçiminin geliştiği süredir. Anlayarak öğrenilmiş şeylerin ifade edildiği bu çağda hayata küçük adımlarla başlamışızdır. Birer minyatür bireyler olarak çevreyi görüp onlara bir ifade kondurmanın telaşını yaşadığımız bu süre, kendi içinde demlenerek ‘sonrası’ için bir tav bırakır. O tav, gün gelip çocuk büyüdüğünde ve bir genç kalıbına büründüğünde tavır’a dönüşür. Artık ifade edişler, anlam yüklenerek tavır’a evrilmiş ve genç, ehliyetli bir birey olmuştur. Gençlik döneminde insan, tavır alarak bir karakter belirler kendine ve kendine yakışsın veya yakışmasın, farkında olsun veya olmasın o karakter üzerine yapışır. Bir süre tavırlarıyla süslediği karakteri topluma karşı sorumluluklarla çepeçevre sarılır. Kimimiz bu topluma (toplumun gözünde) yaraşır bir birey oluruz, kimimiz birey olmanın mutluluğunu kalabalıklara yem etmeden içe dönük mutluluklar yaşarız. Her bireyin kendi içinde ait olduğu benzersiz karakterler artık duygu ve düşüncelerin de desteğiyle şekil almaya başlar.

Gidilen yola anlam yüklemek yerine, anlamlı bir yolda yürüdüğünün farkına varanlar bu sürenin sonrasındaki noktaya daha çabuk varırlar.

Fakat öte yandan, bunun ayrımını fark edemeyenler için durum maalesef böyle değildir. Her seferinde yola anlam yüklemeye çalışanların fark edemediği bir geç kalınmışlık hali de böylesi bir süreyi takip eder durur.

Bu noktada Alfred Adler’in İnsan Tabiatını Anlama isimli kitabı bizlere klavuzluk edebilir. Psikanaliz özelinde yazılıp, özellikle çocukluk döneminin üzerine sıklıkla ışık tutan bir kitap olması da ayrıca yolunu kaybetmiş yetişkin bireyleri kendi doğru yollarına ulaşabilmeleri için okundukça öğreten bir kitaptır.

Süresi bir noktaya kadar durmadan ilerleyen biz insanların ömürleri “doldur-boşalt” ekseninde hareket eden otobüsler gibi de düşünülebilir. Otobüsü yaşanan hayatımızın bir metaforu ve yolcuları da hayatımıza girip çıkan insanlara, çalıştığımız işlere, gezdiğimiz yerlere benzetirsek eğer bir süre hayatımızda, sonrası için bizi üzse de, sevindirse de, geriye hatırlanacak hüzünlü bir anı bırakmış veya mutlu hatıralara eşlik etmiş olsalar da yol bir süreye kadar devam edecektir. Bu süre zarfında otobüste yer alan diğer metaforların sayesinde onlardan beslenir, insani özelliklerimizi onlarla birlikte şekillendirip bir dem bırakırız geriye.

Çay severler bilirler ki, demi tam alınmamış çayın tadı bayat, demi fazlaca alınmış çayın tadı ise dilde acı tat bırakan bir yavanlık bırakır. Bu nedenle tavşan kanı dediğimiz tabiriyle tam ayarında ve içtikçe insanın içesi geldiği çaylar gibi ömürler yaşamak için bu tesadüf otobüsünde (yani hayatta) karşımıza çıkan insanlara, işlere veya fırsatlara hep dengeli yaklaşarak, bir süre sonrası için de dengeyi koruyarak tavır almak gençlikten sonra yaşanan ömür için bir rehber olmalıdır.

Çocukluk dönemlerimiz, karakterlerimizin kafa kağıdı (kimlik) gibidir. Kafamızın şekillenmeye başladığı ilk dönemler sonrasında yaşayacağımız gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerimizin karakteristik özelliklerini bir iskelet gibi de düşünülebiliriz. Bu iskeletin üzerini günden güne şekillendirecek olan karakter, kişinin seçimleri sonucunda zayıf veya güçlü, duygusal veya mantıksal, asabi veya uysal, iyi veya kötü gibi sıfatları da taşımış oluyor. Bunlar gibi buraya yazamayacağım yüzlerce sahip olunabilecek sıfatlardan insani anlamda yaşanınca mutluluk getirecek olanları belirlemek için çocukken aile bireylerimizi farkında olmadan taklit ettiğimiz gibi, gençlik ve yetişkinlik dönemlerimizde de taklit yeteneğimizi konuşturabilmeliyiz ama tek bir farkla; farkında olarak.

Bu nedenle bir birey olarak taklit etme içgüdümüzü ömrümüz ilerledikçe törpülemek yerine, model olarak kendimiz için belirlediğimiz sıfatlara uygun kişileri taklit edebilmeliyiz. Yaşantımıza örnek alacağımız kişileri taklit ederek, içimizde var olan yetenekleri açığa çıkarır, belki de çok sonrasında farkında olmadan bu taklit sayesinde daha farklı yeni özelliklerimizi de keşfetmiş oluruz.

Cinema Paradiso yukarıda sözünü ettiğim konuya münhasır muhteşem bir sinemetografi ile tam olarak neyi anlatmaya çalıştığımın bir kanıtı gibi. İzleyenler bilirler ki, çocukluktan sahip olunan bir tutku hayatın odak noktası haline geldiğinde, her ne kadar engebeli olsa da hayatın yolları başarının önüne geçemez. Örnek kişi yerine, örnek bir iş, örnek bir hobi, örnek bir stil, örnek bir yaşam tarzı da yaşamlarımızda taklit edilebilir. Bu filmde ise Salvatore henüz çok küçük bir çocuktur ve taklit edebileceği bir babası yoktur maalesef. Bunun üzerine o da hayallerini ve merakını törpüleyen sinema makinisti Alfredo’yu taklit etmeye ihtiyaç duyar. Film elbette bu kadar sığ değildir, içinde acı tatlı hayatın tüm yönlerini de barındırır ama burada kısa kesmeliyim.

Diyeceğim şu ki, hayatlarımızın başka alternatifleri yok. O nedenle merak ettiğimiz, hayalini kurduğumuz şeyleri başarmış insanları taklit edelim. Taklit ederek bir gün ya onlar gibi, ya da onlardan daha iyi olabiliriz. Bu ikiside olmadı diyelim en azından hayal ve merak ettiğimiz bir hayat yaşayabildik deriz ömrümüzün sonunda.

Ceteris Paribus’un Dışındakiler

Ekonomi biliminde tüm işlemlerin öncesinde öğrenilmesi gereken bir diyagram vardır. Bu diyagrama göre firmalar üretir, hane halkı tüketir. Tüm devasa grafikler, şekiller ve problemler bu diyagramı oluşturan mantıkla hareket ederler. Arz ve talep yasaları esas alınarak ülke ekonomisinin enflasyon mu ya da devalüasyon mu geçirdiği anlaşılır, eğer ülke ekonomisi belirli bir dengede ise refah ve yaşam kalitesinin iyi olduğu varsayılır. Tabi belirlenen bu kurallar bütününün hepsi kıymetli, saygı değer uzman ekonomistler tarafından belirlenen ‘Ceteris Paribus’ teorisi esas alınarak belirlenir. Şöyle ki; Ceteris Paribus, kaba bir ifade ile tüm değişkenlerin sabit kalması varsayılarak düzenlenen ekonomik stratejilerin pusulasıdır. Ki hala kapitalist dünyanın sermaye sahipleri için vazgeçilmeyen bir teorem olarak da varlığını devam ettirmektedir.

Kapitalist dünyanın hayali olarak belirledikleri ekonomik sistemlerin dışında yaşanan ama yaşandığı kale alınmayan, var olan ama varlığı içinde yaşadıkları sistemlerde kaybolan bir başka ekonomik düzen daha vardır. Bu ekonomik düzenin Ceteris Paribus gibi işlevsel teorilerinden ziyade günlük ya da gecelik para kazanma arzuları vardır. Kapitalist dünyanın burjuvalarından ziyade daha bir proleterlik söz konusu ve takas ya da paylaşımcı ruhun halen aktif olduğu durumlar yaşanır. Fakat herhangi bir disipline sahip olmadığından dolayı bu düzene düzensizlik hükmeder. Düzensizlik devam ettiği sürece arz oluşturmaz, oluşmayan arza talep bulmak ise mümkün olmaz. Nasıl ki; kapitalist ekonomik düzeni ayakta tutan ‘para’ ise tam tersi düzensiz düzen de ‘parasızlık’ birincil şart koşuldur. Bu parasızlık kimi zaman kapitalizmin gölgesinde yaşayacak kadar yakındır. Hatta Türkiye gibi ülkelerde işleyen kapitalist ekonomik düzenin içinde bile bu tür parasızlık üzerine kurulmuş olan düzenin etkileri görülür. Türkiye’de bulunan seksen bir şehirden sadece bir elin parmak sayısını geçmeyen şehirlerin zengin endeksli kapitalist ekonomi düzeninin (firma, üretici, hane halkı, tüketici) yanı sıra, fakir endeksli, para denilen metaya çok uzak olan şehirlerde yaşayan bireylerin unutulması ve sistemin içinde kaybolması da bir gerçektir. (Türkiye’de ilk beş şehre diğer şehirlerden göç edenlerin sayısı bu düzensiz işleyişin en gerçekçi tablosunu ortaya çıkarabilir.) Şöyle ki; unutulmaya yüz tutmuş bireyler yok sayıldıkları sistemin dışında kaldıklarında gittikçe fakirlik sınırlarını genişletir, ‘Sistem Adamı’ gibi unvanlara sahip olamadıklarından dolayı ise her kötülüğü yapmakta kendilerine mubah görürler.

Bu minvalde kapitalist dünyanın eğlencelik ödüllü gecelerinden biri olan Oscar’da bolca ödüller kazanarak filmde işlenen konuya dair büyük bir tezatlık örneği olarak gösterilen Parasite filmi bize zengin-fakir ayrımını çok çarpıcı sahnelerle anlatmakta. Sınıflara ayrılan toplumlardaki aile yapısına büyüteçle bakan yönetmen, izleyiciyi de kendi merceğinden bakmaya izin veriyor ve biz izleyiciler o mercekten baktıkça derinlerde saklı ayrıntılara inanılmaz şekilde şahit oluyoruz. Zenginliği temsilen Park ailesi ile fakirlikten kırılan Kim klanının iç içe geçen hikâyesi aslında bize görünmez bir kaos’un var olduğunu gözler önüne seriyor.

Ekonomi biliminin kitaplarda yazılı olanların haricinde gerçek hayatta hiçbir işe yaramayan icraatleri nedeniyle büyük bir eşitsizlik makası günden güne genişleyerek dünyayı bir bozgun yerine çevirmekten başka bir işe yaramıyor. Tüm dünyayı ele aldığımızda servet dağılımının dünya nüfusunun sadece yüzde iki’sinde toplanmış olması ve geriye kalan yüzde doksan sekiz’lik kesimin yüz bin doların altında yaşaması içler acısı bir durum.

Bireyler, dünyanın hangi ülkesi olursa olsun doğum ile ölüm arasında var olan yaşam haklarını tam teşekkürlü bir şekilde vatandaşlık hakları ile bağlı oldukları devletlerden almak zorundadırlar. Düzeni bu şekilde işleyen sosyal devlet anlayışları en azından zenginlik ve fakirlik arasındaki dengesizlikler üzerine ekonomik faaliyetler yürüterek her bir bireyin ekonomik düzenini dengede tutmak için çaba sarfeden politikalar ile hareket eder.

Aksi olduğu zaman ise taraflar meydana gelir ve iki, üç, dört veya daha fazla tarafı olan ekonomik düzenlerde birey ve devlet arasında doğrusal yönde ilerleyen bir bağın olmadığı bozuk, düzensiz bir mekanizna hareket etmeye başlar.

Zengin endeksli ekonomik düzende yaşayan kravatlı bireyler devasa cam gökdelenlerdeki lüks odalarında, tek buzlu viski eşliğinde düzenledikleri toplantılarda bir sonraki trilyonluk yatırımlarını hangi banka ile yapacaklarını tartışırken; Fakir endeksli ekonomik düzende mağazaların vitrin camlarının alaşağı edildiğini, içinde satmaya yönelik değerli görünen eşyaların çalındığını, çalınan bu ürünlerin bir şekilde satıldığı ve buna karşılık aldıkları para ile hane halkının karınlarının doyurulduklarını okuyor veya görüyoruz.

Zengin endeksli ekonomik düzende, kodaman adamların göz alabildiğince uzanan geniş çim sahalarda, kafalarına taktıkları tuhaf şapkalar ve ellerindeki metal çubuklarla ayaklarının dibindeki sert plastik topa vurmaya hazırlanırken; çocuklarını üniversite eğitimleri için ‘Cambridge’mi yoksa Oxforda’mı göndereceklerini tartışadursun; Fakir endeksli ekonomik düzende, zorda olsa bir yolunu bulup kapitalist düzenin fabrikalarında iş bulmuş, işçi statüsü ile çalışan anne-babaların mesai yapıp çocuklarını canhıraş okutmaya çalıştıklarını görüyoruz.

Zengin endeksli ekonomik düzende, paranın verdiği rahatlıktan ötürü, üzerine sinen acizlik ve uyuşukluktan dolayı tırnaklarını bile kesmeye erinip, bu işi de başkalarına yaptırmayı huy edinmiş, manikür ve pedikür sevdalısı kadınların hangi renk oje ile tırnaklarını süsleyeceklerini düşünürken; Fakir endeksli ekonomik düzende, gecenin kapladığı karanlık yolların tenha köşelerinde, bacaklarına geçirdikleri ince çorap ve en ucuzundan topuklu ayakkabılar ile vücutlarını satılığa çıkaran, bunun karşılığında kazandıkları para denilen illet ile belki de yaşlı anne-babasının ilaçlarını almaya çalışan kadınları görüyoruz.

Zengin endeksli ekonomik düzende, kullandığı telefonun bir üst modelinin çıkması için dört gözle bekleyen, bir giydiğini bir daha giymeyen, cebindeki limitsiz kredi kartı ile doyumsuz isteklerini karşılayan şımarık ve asalak genç bireyler böylesine lüks içindeki yaşamlarına rağmen hala mutsuzken; Fakir endeksli ekonomik düzende bulunduğu yerin işsizlik sendromundan muzdarip, kalabalık nüfuslu ailesinin sofrasında bir çorba eksilsin de kardeşlerine bir tabak fazladan yer açılsın diye sisteme karşı eline silah alıp sonunda kimseyi öldüremeyeceğini anlayınca, kafasına sıkıp intihar eden gençleri görüyoruz.

Tüm bu karşıt durumların söz konusu olduğu ekonomik düzende, sistem adamlarının buz dağının görünen kısmı ile ilgili görünüp, görünmeyen kısmına üç maymunu oynadıkları müddetçe, Ceteris Paribus’un dışında kalan hayatların bir virüs gibi yayılmasını engelleyemeyeceklerdir. Şimdilik gazetelerin üçüncü sayfalarını süsleyen olaylar zinciri, zamanı gelince beşinci, hatta belki de yedinci sayfaya kadar taşarsa bunun tek sorumlusu kapitalist ekonomik sistemin vurdumduymazlığıdır.

Şöyle ki; zaten hali hazırda bir kaos var. Bunun sınırlarını genişletmek artık çok da zor değil.

Bu kaosun farkında olan Wilhelm Reich tarihe çok net bir not bırakır ve der ki: “Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”

Duygusal Neşe

Günlerdir ‘neşe’ üzerine düşünceler beynimde dolanıp duruyor. Düşüncelerin nereden geldiği ve nereye gittiği ile alakalı en ufak bir fikre sahip olmamakla birlikte kendimce bu düşüncenin nereden gelip beni bulduğunu anladım.

Geçmiş yıllardan edindiğim tecrübelerle Sonbahar’ın ilk ayı Eylül ve İlkbahar’ın son ayı Mayıs aylarında hormonlarımın izin verdiği ölçüde neşe salgılayan bir bünyeye ev sahipliği yapıyorum. Bu iki ay ile neşe arasında bağlantı kurmamı sağlayan şeyler de yine bu aylarda biyolojik olarak bir yenilenme, arınma, keşfetme ve başkalaşım yaşadığımı diğer aylara göre daha çabuk fark edişim sayılabilir.

Marcus Aurelius ismini keşfetmem ve gelişimine katkıda bulunduğu stoacılık felsefesi ile tanışmam duygusal neşeme katkı sağlayan önemli etkenlerden biri oldu. Marcus Aurelius, hem filozof hem imparator kimliklerini üzerinde hakkıyla taşıyan ve milattan sonraki ilk yüzyılda edindiği yönetici ilkelerle adını yüzlerce yıldır dünyaya duyuran önemli bir isim. Bu deha yöneticinin Hasan Ali Yücel klasikleri dizisinde yayımlanan “Kendime Düşünceler” isimli kitabını okurken size yüzlerce yıl geriden usul usul nasıl yaşamanız gerektiğini, hangi yönlerinizi keşfetmeniz gerektiğini, hatalarınıza nasıl bakmanızı, kendinizi nasıl yönetmenizi, insanları ve dünyayı nasıl anlamdırmanız gerektiğini, kısaca hayat amacınızı ve yaşam döngünüzü nasıl tamamlayacağınızı madde madde anlatıp üzerinde düşünmeye sevk ediyor sizi. Kitapta yer alan her bir madde “insan-doğa-yaşam” üçgeninde sizi bir arınmaya doğru yönlendirerek kişisel bir ruh temizliği yapmanıza yardımcı olacak türden. Günümüzdeki safsatalarla dolu kişisel gelişim kitaplarından daha güçlü, daha anlamlı da sayılabilir bu yönüyle.

Neşelenme halimiz beynimizde işlenerek, hormonların ortak bir çalışmasının ürünü olup oradan yüzümüze ve fiziki davranışlarımıza yansıyan bir insani eylem biçimidir. Marcus Aurelius’ta iki bin yıl öncesinden bize neşeye kaynak olabilecek çok güçlü bir cümle ile fısıldar ayrıca: “Her konuda mantığa göre hareket eden kişi, telaşssız ama faal, neşeli ama vakurdur.”

Kendime Düşünceler kitabı aslında bir başyapıt. Yazıldığı günden bugüne üzerinden iki bin yıl geçmesine rağmen okunduğunda hala güncelliğini koruduğuna şaşırmamak gerekir. Hep inandığım bir şey vardır; bazı yazarlar çağının gerisinde kalan tarihi çok iyi yazar, bazıları kendi çağını ve bazıları da Marcus Aurelius gibi tüm çağları… Bu kitabı ona yazdıran iki önemli neden var: ilki aldığı eğitimin kalitesi ve ikincisi, sahip olduğu karakterin mükemmelliği. Günümüz dünyasında bu tip insanlarla karşılaşma umudumuzu git gide yitirdiğimiz için belki de stoacılık felsefesinin baş kahramanları sayılan Marcus Aurelius, Seneca ya da Epictetos gibi isimler efsane (mit) olarak anılacaklar günün birinde.

Gerçekler ulaşılmadığı zaman mitleşir.

Bu neşeli günlerimin bir de fon müziği var. Adındaki tatlı bir tesadüfle bana eşlik eden Ode to Joy (Neşeye Övgü) F.Schiller tarafından yazılan bir kaside. 1700’lü yılların sonlarında yazılan bu beste, 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Ludwig van Beethoven tarafından bir senfoniye dönüşüyor ve günümüzde Avrupa Birliği’nin özgünlüğünü vurgulaması bakımından birliğin marşı olarak da varlığını devam ettiriyor. Dinlenildiğinde zafer duygusu, özgürlük ve bağımsızlık hislerini kuvvetli bir şekilde açığa çıkararak, zorba sistemlere bağlı yaşadığımız şu günlerde karamsar duyguları da bertaraf edebilecek güce sahip.

The School of Life uzunca bir süredir ara ara takip ettiğim bir yaşam rehberi. Alain De Botton’ın girişimleriyle başlatılan bu oluşumun bir parçası olmak kişisel deneyimlerinin eksik veya fazla yönlerini geliştirmek isteyenler için yadsınamaz bir kaynağa sahiplik ediyor. Ülkemizde sadece İstanbul’da bulunan bu merkez yaşam, sanat, felsefe, kültür ve insanla ilgili olan her şeye yönelik başlıklarla aydınlatıcı bir yöne sahip. Bu oluşumu deneyimlemek isteyip merkeze ulaşamayanlar internetin nimetlerinden de faydalanabilirler. Öğretici yönüyle bir derya deniz olan internette the school of life’ın sayfası mevcut ve bunun yanı sıra youtube kanalından da kısa videolar ile akıllara takılan birçok soruya cevap bulabiliyorsunuz.

Neşe üzerine düşündüğüm şu günlerde yine bu rehbere başvurarak beyin kıvrımlarından geçen düşüncelerin gevşemesini sağladım. The School of Life sitesinde, Neşeli Ümitsizlik adında bir incelemeyi okumanın ardından farkındalık çemberini genişleterek hem içinde bulunduğumuz ümitsizliği hem de neşeyi iki farklı zeminde düşünme fırsatına erişmiş oldum. İncelemede büyük ressamlara da yer verilerek sanatın duygular üzerindeki etkisini bir kez daha yaşatıp beni bu konuda ikna etmiş oldu diyebilirim.

Çarpıcı bir şekilde duyguları tuvallerine yansıtan ressamlardan William Adolphe Bouguereau, Luke Fildes ve Ernest Meissonier’in eserlerini incele fırsatı bulduğunuzda insana özgü neşenin gücü tablolardan gözlerinize yansıyarak sizi büyüleyici bir atmosferin içine çekebiliyor.

Eylül’ün ilk iki haftası çöl sıcaklarıyla geçse de yine de beni kendisinden nefret ettirmeden hafif esen rüzgarları ile gönlümü geri kazandı ve neşeyle haşır neşir olduğum bu günleri Eylül’de farketmiş olsa gerek hiç aklımda olmayan ve ilgi alanıma girmeyen bir filmle sürpriz yaptı.

Pane e Tulipani orta yaşlarda, evli ve çocuklu bir kadın olan Rosalba’nın hikâyesine odaklanıyor. Filmin ilk dakikalarında başlayan aksilikler kadın karakterin kararlarını değiştirmesinde etkili oluyor ve seyirci alınan bu kararlarda Rosalba’yı haklı bulmak zorunda kalıyor. Venedik’te geçen sahneler Rosalba’nın tatlı aksilikleri eşliğinde ilerlerken bize evlilikleri buruşturan hikâyelerin hala var olduğu gerçeğini de bir kez daha hatırlatıyor.

Sanatla başlayıp biten günlerin çoğalmasını arzuladığım bu neşeli günlerde son cümleyi yine Marcus Aurelius ile bitirmek istiyorum:

“Mutlu bir yaşam sürmek için çok şeye ihtiyacın yok, diyalektikte ve doğabiliminde hünerli olma umudunu kaybetmiş olsan bile özgür, alçakgönüllü, toplumsal ve tanrıya boyun eğen birisi olman yeterlidir.”

Duygusal Manipülasyon

“Ayinesi ruhtur kişinin lafa bakılmaz” sözü size tanıdık geldi mi bir yerlerden?

Doğrusu, 19. Yüzyılın unutulmaz şairlerinden Ziya Paşa’ya ait olan, “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” cümlesi nedense hep muhayyile evrenimde kalıcı bir yer edinmiştir kendisine. Ya söylemi hoşuma gitmiştir, ya da bir yerlerden bana bir mesaj göndermektedir. Henüz bu ikilemi çözememekle beraber sürekli aklımda dönüp duran bu cümlede, şu sıralar okuduğum bir kitabın etkisinde kalarak ‘iş’ yerine ‘ruh’ kelimesini ekleyerek bu yazıya bir başlangıç yapmak istedim.

Kitabın yazarları Pascale Chapoux- Morelli ve Pascal Couderc. Adı, İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon olan kitap İletişim yayınları tarafından, güvenilir bir çevirmen olan Işık Ergüden tarafından çevrilerek biz okuyuculara ulaşır durumda. Bu kitabın bir de alt başlığı var; Narsist Bir partnerle yüzleşmek. Post-modern ilişkileri anlama noktasında, çözümleme ve yönlendirmeler barındıran, psikoloji alanında iki uzman terapist olan bu iki işinin ehli insan, hastalarının gerçek hayatlarına yönelik öyküler okumamızı sağlayarak, çok ciddi okuma yapılırsa bir bunalım dönemi yaşayan ilişkiler için belki de çok uzaklarda arayıp da bulamadığınız bir ilaç gibi gelebilir.

Günümüz ilişkilerinde (özellikle duygusal ilişkilerde) iktidar rolünü üstlenmek isteyen tarafın, bir diğer tarafa karşı giriştiği davranışlar ve düşünceler bütününde kontrolden çıkıp, duygusal olarak manipüle edecek seviyelere ulaşabildiğini anlatan kitap, verilen örneklerle güçlendirilmiş bir zemin üzerine yazılarak, incelenen vakalar üzerinden mantıklı açıklamalar barındırdığı için birçok yerinde “woow!” diyerek yerinizden zıplamanıza ve belki de anlatılan birçok şeyi mutlaka kendi ilişkiniz içinde de yaşamış olduğunuzun şaşkınlığı ile baş başa bırakabilir sizleri.

Özellikle modern dünyanın, yani 60’lı yıllardan başlayıp bir yirmi yıl öncesine kadar olan dönemdeki aile kavramı üzerine müthiş bir giriş yapan kitap o dönemlerde ataerkil bir yapının devam ettiği aile kavramının geniş bir aile perspektifi ile hareket ettiğini ifade eder ama kadın özgürlüğü ile entegreli olduğuna inandığım ki bundan kitapta söz edildiğini şu an anımsamıyorum ama toplumda kadın haklarının ve yasalarla birlikte bu hakların güçlendirilmesi ile alakalı bölümleri okuduğumu hatırlayarak modern dünyada geniş aile’nin çatırdayıp içinden çekirdek aile kavramını türettiği yazılmaktadır. Bu çekirdek aile kavramıyla ikili ilişkiler evlilik vasfı ile şekillenip bir küme meydana getirme ve toplumun bir birimi olarak istenen zorunlu sorumluluğu yerine getirme kudretine sahiptir. Kitabın ikinci bölümü ve sonrasında da vurgu yaptığı gibi post modern’e doğru bir kaymanın etkisiyle ve kadınların ataerkil bir yapıya sırtını çevirmesiyle birlikte günümüz dünyasında çift anlayışı bir elmanın iki yarısı şeklinde değil de iki farklı elma olarak ilişkileri yaşamaya başlamışlardır. Yani bireyselci yaklaşımın ve herkesin kendinden sorumlu olduğu bir ilişki anlayışı. Bir birey bir ilişkide kendinden sorumlu olmak durumundadır (kapitalist düzenin post modern sisteminde yaşıyorsa eğer.) Bugün bu sisteme bağlı birçok ülke ve insan bulunmaktadır. Olmayanlar da vardır ama onları asla ne gazetelerde ne de sosyal medya da bulabilirsiniz…

Konuyu fazla dağıtmadan aslında odaklanmam gereken noktaya yani manipülasyona gelecek olursam eğer çok çarpıcı örnekler ve bilimsel açıklamalarla kalakaldım diyebilirim. Kitabın birçok yerinde çiftlerin yaşadığı gerçek sorunlar üzerinden giderek çözümlemeler yapıldığında genellikle yaşadığınız ilişkiler üzerinden kendinizi ve karşı tarafı ister istemez o örneklerde verilen kişilerin yerine koyarak okumayı tamamlıyorsunuz. Bir ilişkinin ilk başladığı aylar çok güzeldir, kafanızda yıldızların uçuştuğu, içinizi sevecen bir ruhun kapladığı ve herkese gülümseyerek günü tamamlama telaşlarınızın olduğu heyecanlı günlerdir o aylar. Hatta burada Michelle Gurevich’in efsane şarkısı First Six Months of Love şarkısı aklıma geldi. Dinlemeden geçmeyin derim…

Uyumu yakaladığınıza inandığınız kişiye yönelik hayalleriniz bu aylarda aklınıza serpişmeye başlar, ardından gelen ten uyumu (hatta belki de gen uyumu), davranış benzerliği ve düşünce eşitliliği sizi bir çift olma yolunda ikna edici bir düzeye ulaştırır. Bu gibi faktörler bir yandan işlemeye devam etse de ilişkide diğer yandan o ilişkinin bir hükümranı ile bir boyun eğici tiplemelerinin de doğması muhtemeldir. Muhtemeldir diyorum çünkü başlangıçta herhangi bir çatışmaya yönelik kaçınılmaz tartışmaların önünü alabilen uyumlu çiftlerin olduğu ve zorunlu anlaşma gereği duyan çiftlerin olduğu da bir gerçektir. Bu da kitaptan öğrendiğim ilginç bilgilere göre bir yere kadar mümkün olabiliyor.

Duygusal bağ ve içselleştirilmiş ilişkilerin getirdiği manipüle etme isteği bir kurban yaratır. Belki de istemsizce girişilen bu yolda ilişkide artık eşit iki denge değil de bir kurban ve manipülatör bulunur. Kurbanına suçlayıcı ithamlarda bulunması, güvensizlik dayatması, aşırı kontrol etme arzusu, kıskançlığın uç noktalarında sergilediği davranışlarla manipülatör kurbanını kendine daha çok bağlanmasını sağlayan davranışlar sergileyerek bir veya birkaç denemeden sonra karşı tarafın bağlılığını daha güçlü bir şekilde arzular ve kontrolden çıkıp karşı taraf üzerinde kurduğu hakimiyet alanını genişletmek durumunda kalır.

Bir çıkmaza doğru yol olan bu tür ilişkiler kitapta sonu hazin biten çok fazla gerçek öyküye de yer vermektedir. Günümüz ilişkilerde sık yaşanan bu tür manipülasyon vakaları aslında insanların bir ilişkiyi hangi doğrultuda yaşamaları gerektiğini bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle günümüz evlilik çağı gelmiş yaş grupları (20-30’lu yaş grubu) bir önceki nesle göre (Anne-Babalarına göre) ile çağın getirdiği günümüz koşulları arasında sıkışıp kalmış ve kararsızlık muamması, ekonomik çatışmaşlar, bireyselcilik vurgusu gibi faktörlerden de etkilenerek kendi ilişkileri içinde bir boğulma yaşamaktadırlar.

Kadın veya erkek cinsi fark etmeksizin karşı taraf üzerinde ilişkinin tözüne yönelik leitmotiv bir tutum sergileyen kişi aslında bunu aşk ve tutku ile başladığı bir ilişkide bile isteye yaptığına inanmıyorum. Her ağacın birbirinden farklı yetişebildiği kendine has toprağının olduğu gibi her ilişkinin doğası da birbirinden farklıdır elbette. Bir ilişkinin doğasında, eski dünyanın görücü usulü kavramlarını dışarıda bırakırsak eğer mutlaka bir aşk tohumu bulunur. Aşkın her iki tarafa da başlangıçta zarardan çok fazlasıyla yararı vardır. Bu yararları şu anda buraya sıralasam şu uzunlukta bir yazıya eş değer gelir. Bir ilişkide bulunan iki cinsin ruhuna yararlı olan bir başlangıç yapıp, ilerleyen süreçte bunalıma doğru giden evrelerde manipülasyon olgusunun çok ciddi bir yeri bulunur. Çünkü, ilişki doğasından koparılmış, bir nevi güvenli modda çalışan ama tam olarak işlevini yerine getiremeyen bir bilgisayara dönüşmüş gibidir.

İlişkide baskın olma arzusu yerini manipülatöre, anlayışlı olma rızası ise bir kurbana evrilerek günün birinde fındık kabuğunu doldurmayan nedenler yüzünden onlarca emeğin harcandığı ilişkiler bir çırpıda çöpe fırlatılabilir. Bu istenmeyen vakaları aslında ilişki yaşayan çiftin bilinçli alt yapıları da istememektedir çünkü sevgi ile başlamış hiçbir şey kanımca kolay kolay nefrete dönüşebilecek bir kudrete sahip değildir. O nedenle, bu noktada sanırım Dostoyevski’nin söylediği; “İnsan, en çok sevdiğinden nefret eder.” sözüne katılamayacağım.

Kitabın içeriğine dair aklımda yer eden ve beni sudan çıkmış balığa çeviren bölümlerini buraya yazmam mümkün değil ama bu tür kitapların okunarak daha sağlıklı zeminler üzerine ilişkiler kurabilme olasılığını arttırdığı bir gerçek. Çünkü birkaç cümle yukarıda saydığım gibi bir ilişkinin nasıl yaşanması gerektiğini bilmiyoruz. Bir ilişkide doğan krizleri kendi adımıza nasıl yönetebileceğimizi, nefret boyutuna getirmeden sevginin ilerlemesini nasıl sağlayabileceğimizden haberdar değiliz. Bizlere yol gösterici olması adına bu tür kitaplar engin bilgiler içerir ve feyz almamız noktasında bizlere yardımcı olan bu kaynakları baş ucu kitaplarımız haline getirmeliyiz.

Yeşil elma gönül alma meselelerine girmeden bir tanesi çok eski, diğeri 2000’li yıllardan şu manipülasyon sözüne örnek iki film önerisiyle kapatacağım bu yazıyı. Gaslight ile My King filmleri bu tür vakalara örnek teşkil eden iki güzel film.

Filmler ve kitaplar olmasaydı acaba biz insanlar ne yapıyor olurduk yaşadığımız hüsranlardan sonra…

Münasebetsiz Meraklının Hikâyesi

Biri Anselmo’ya ne oldu? diye sorarsa, ‘kederinden öldü’. desinler.

Ah Anselmo! Şerefini iki paralık etmeye değdi mi? Değmez tabi.

Don Quijote, yaklaşık 450 yıl önce Miguel de Cervantes Saavedra tarafından yazıldı. Romanın ilk örneği kabul edilen bu kitap, yüzyılları aşmış, çağının ötesine sıçrayacak niteliklere sahip, çok güçlü bir eser olmakla birlikte her çağdan insana ders niteliğinde çeşitli içerikler de barındırır. Bu dersler bir delinin, bir kır kabadayısının yaşamından konu edilerek çeşitli yermeler, gülünç olaylar, kavgalar, gürültü ve patırtılar eşliğinde okuyucu ile buluşur. Roman’ı asıl yüzyıllara yayan bir diğer özelliği ise yazım tekniği açısından ‘zamansız’ olmasıdır. Öyküler her ne kadar orta çağ ürünü olsa da okuyucuyu belli bir zaman dilimine hapsetmez ve yaşanan deli saçması olay örgülerine okuyucuyu da dahil ederek çoğu yerde kahkaha attırır.

Bu yazının asıl meselesi kitabı özetlemek değil elbette. Bu şaheserin bir bölümünde makalelere konu olmuş, eşler arasında sadakat ölçümlemesinin yapıldığı ‘Münasebetsiz Meraklının Hikayesi’ yer alır. Bu başlığın aklımda yer etmesi eşine karşı oluşan sadakat duygusunun Anselmo tarafından en yakın arkadaşına sınatılması nedeniyledi. Okurken tüyleri diken diken bir bölümdür. Özellikle Roza Hakmen çevirisinden okunduğu zaman bunu hissetmeniz kaçınılmaz olacaktır ayrıca.

Bu öykü özü itibariyle didaktik bir tarzda yazılmış olup, ibretlik bir anlatım niteliği taşır. Çok yakın iki erkek arkadaştan biri, diğerinden eşinin kendisine olan sadakatini sınaması istenir.

Anselmo ve Lotario çok sıkı iki dosttur. Bir gün Anselmo, gelenek yerini bulsun diye Camila isminde genç ve güzel bir kadınla evlendirilir. Bu evliliğin aşka dayalı olmaması ve güven duygusundan yoksun bir birlikteliğe evrilebileceği ihtimaline karşın Anselmo, çok güvendiği dostu Lotario’dan evlendiği kadının sadakatini sınamak için bir istekte bulunur. Lotario, Camila’yı baştan çıkarmaya çalışacak, ona aşk şiirleri yazacak ve kızın kalbini çalmaya çalışacaktır. Anselmo’nun Camila’ya karşı duyduğu güven eksikliğinden kaynaklı bu sadakat sınama oyunu, Anselmo’nun yoğun ısrarları sonucu Lotario tarafından kabul edildiği andan itibaren bir dramatik aksiyona dönüşür. Şöyle ki, Lotario hiç istemediği halde Camila’yı kendine aşık eder. Dahası, kendi de oynadığı bu yalan oyuna kapılarak, gerçekten Camila’ya aşık olur. Çok geçmeden ortaçağ Floransasına bu tutkulu yasak aşk fısıltı haberi ile yayılıverir. Anselmo kendi elleriyle hazırladığı bu gizli aşkı duyunca kahrından ölür. Lotario ise terk eylediği şehrin çok uzağında bir yerde bir savaşta can verir. Hayatına girmiş iki erkeğin peş peşe ölümleri sonrasında bir manastırda Rahibe olmaya karar veren Camila ise çektiği ızdırabın altında kalarak çok geçmeden hayatını kaybeder. Sadakatin sınanması geriye üç ölüm ve hazin bir öykü bırakır.

Kitabın bu bölümü, şimdilerde otel diye adlandırdığımız, o zamanların kervansaray olarak bilinen hanların birinde, avluda Rahip tarafından anlatılan bir hikâyedir. Rahip, şayet der; bunlar evli bir karı-koca olmasaydı sonu bu kadar da hüsranla sonuçlanmazdı. Tam da bu noktada Peyami Safa’nın bu kitaptan esinlenmiş olsa gerek, Selma ve Gölgesi kitabı da akıllara gelmektedir.

Sadakat, günümüzde bile hala geçerliliğini koruyan, toplumsal ahlak ögelerinin arasında yer alan bir olgu olarak yaşamlarımızda etkili bir şekilde yerini korumaktadır. Fakat, bu kavram o kadar ilginçtir ki, başladığı andan itibaren kendi karşıtlığını da doğurur. Yani sadakatin olduğu yerde sadakatsizlik de bir gölge gibi onu takip eder. Kendi felaketini çağıran bir kehanet gibidir sadakat…

Bu nedenle belki de, günümüz post modern dünyasında ilişkilerimizi “sadakat” yerine “seçilim” kelimesinin yönlendirmesiyle rayına oturtmalıyız. Seçen ve seçilen bireyler ilişkide yer alan güven duygusunu, seçme ve seçilme sorumlulukları ile yürüttükleri takdirde günümüz şartlarında “sadakat” kavramının yarattığı bir sınırlama alanına girmiş olmazlar. Neyse ki bu sadece aklıma gelen bir fikir. Subjektif yanının bir hayli fazla olmasının yanı sıra objektif düşünceye indirgenemeyecek kadar da cılız.

Bitirirken şunu da eklemeden olmaz. Türev (2005), bizim ülkemizde çekilmiş, ödüller almış olmasına rağmen kaç kişinin bu filmden haberdar olduğunu veya izlediğini bilmediğim enfes bir film. Senaryo, fikrini bu öyküden esinlenmiş ve amatör bir gençlik filmi gibi dursa da bize Türkiye gençliğinin hallerini kameraya almış harikulade bir seyir bırakıyor. Genç arkadaşların sadakat oyunlarının tehlikeli sularında yüzmenin neye mal olacağını da hiç incitmeden anlatıyor. Neden, Türev peki? İzleyince anlıyorsunuz. Ben sadece bu hoş sözü ekleyeceğim. “Gerçek, yalanın türevidir.”

Tabi, bunun yanı sıra uzmanların da dile getirdiği gibi; “Don Kişot’u hayatında üç kez okumalısın. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hakim olmaya başladığı orta yaşta, her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta”.